29 Ekim 2011 Cumartesi

K-KAT KAT HAKİKAT VE YOĞURA YOĞURA YORUM ÜZERİNE



(…)

AŞKINLIK

Deleuze’ün yakın çağdaşı ve Deleuze’ün felsefi çalışmalarından birinin konusu olan Michel Foucault (1926-1984), kendini özgürleştirmeye çalıştığı Batı düşüncesi geleneğini ‘aşkınlığa bağımlılık’ olarak tanımlamıştı (Foucault 1972). Aşkınlık (transandantaldan epey farklı olan aşkınlık) aşkın-olan veya dışarıdaki şeydir. Foucault’ya göre düşünme biçimimiz ve kurumlarımız daima bir ‘dışsallık’a dayanmaktadır: bilebileceğimizi, açığa çıkarabileceğimizi veya yorumlayabileceğimizi hissettiğimiz ve bize bir kuruluş verecek bir şeye. Foucault bunun bir ‘bilgi etiği’ ile, bir dış dünyaya dair olguları doğru anlarsak ne yapacağımızı bileceğimizi varsaydığımız bir ‘bilgi etiği’ ile sonuçlandığını öne sürmüştü. Deleuze, Foucault’ya ilişkin kitabında, felsefeye dair ilk yapıtında ve psikanalist Guattari’yle birlikte yazdığı son yapıtında aşkınlığın ötesine giden bir yol işaret eder. Nihai bir hakikate itaat etmeye çalıştığımız bir ‘bilgi etiği’ olarak aşkınlığın tersine, Deleuze kendi felsefesini bir amor fati etiği olarak tanımlamıştı: olana sevgi (olanın ötesinde, dışında veya olana aşkın bir hakikat, gerekçelendirme veya bir kuruluş arayışı değil) (Deleuze 1969). Bu ‘olan’ı olumlama süreci kısmen, felsefenin eleştirel olmaktan daha fazlası olmak, çok daha fazla eleştirel olmak zorunda olduğu anlamına geliyordu. Aşkınlığın yanılsamalarının açığa çıkarılması yeterli değildi, icat ettiğimiz tüm kuruluşların –Tanrı, Varlık, Hakikat- verili olmaktan çok icatlar olduğunu göstermek yeterli değildi. Ama bu icat ediş sürecinin olumlu yanını da görmemiz gerekir. Kendisini büyük bir dışarının imgelerinde köleleştirebiliyorsa, düşünme nedir? Bu bize, tam da düşüncenin gücünde üretken, olumlu ve özgürleştirici bir şey olduğunu söylemiyor mudur?

Aşkınlığın en belirgin ve en genel biçimi (ve Foucault’nun betimlediklerinden biri) hakikattir. Söylediğimiz ve yaptığımız şeyleri kendimiz ve dünyamız arasındaki ilişkilerin sonucu olarak görmek yerine, yorumlanmayı, açığa çıkarılmayı veya ifşa edilmeyi bekleyen bir anlam veya hakikat olduğunu tahayyül ederiz. (Deleuze ve Guattari’nin (1980) ‘yorumlama hastalığı’ (interpretosis) olarak tanımladığı hastalıktır bu.) ‘Keşişleri’ (bizi hakikate ulaştıracak olanları) ve (arzularımızı terk edip kendimizi sözde daha yüksek ideallere tutsak ettiğimiz için) ‘çilecilik’i üreten tam da bu hakikat icadıdır. Daha da önemlisi, bu süreç bir bütün olarak nihilizme yol açar: görünüşlerin arkasında tahayyül ettiğimiz o daha yüksek, daha gerçek dünya kavranamaz olup çıktığında düşülen ümitsizlik/çaresizlik.

(…)


‘Gilles Deleuze’, Claire Colebrook, 2002