24 Eylül 2009 Perşembe

S-SEMAVER


... "Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti, soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra âciz, onu köşe minderinin üzerine attı. Bütün arzusuna rağmen, o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?" ...

M-MAHUR





Hem neşe hem de hafif bir hüzün. Hüzzam gibi değil, çok hafif, ferahlatcı bir hüzün. Çok sevdiğiniz biriyle yıllar sonra neşeli bir gün geçirmenin, çocuklaşmanın, şımarıklık yapmanın hüznü.

7 Eylül 2009 Pazartesi

U-UZUN ELVEDA


"İyi polisiye iyi edebiyattır" diye bir motto var, muhtemelen edebiyatçı olarak addedilmeyen polisiye roman yazarlarının kompleksinin ürünüdür. Raymond Chandler'ın "The Long Goodbye"ının mottoya falan ihtiyacı yok, keza Chandler'ın da. Chandler zaten "iyi romancı" denilince ilk akla gelen polisiyecilerden: "Büyük Uyku", "Elveda Sevgilim"...
"Uzun Elveda"... Bir kere adı güzel... Veda etmenin uzadıkça uzaması... Vedalaşmanın tadını çıkarmak... Eee, bu iş çok uzadı artık... Bir türlü ayrılamamak... Bitirmenin ancak uzatınca kıvamına geleceği... Uzuuuun uzuuuun... Ama elveda.

P-PISCES


Kendini aşmak, “ne” olduğunu anlamak, Balık'ın hedefi budur.

Balık “yaşamın trajedisi” karşısında kendini aşma, esinlenme ve sükûnet deneyimleme yönümüzü temsil eder. Balık burcu ruhsal deneyimler yaşamak, fizikötesi dünyalara ulaşmak veya bir hapishane gibi gördüğü bedeninin sınırlarından kurtulmak için büyük istek duyar.

Empati, duygudaşlık ve şefkat Balık'ın kaynaklarıdır. Balık'ta kişilik esnektir. Değişken koşullara göre eğilir, bükülür ve akar. Başka insanları anlamak, onlara şefkat duymak ona doğal gelir. Bu dünyanın değerlerine önem vermez. Balık, dinleyen ve yargılamadan düşünen büyük spiritüel danışmanların burcudur. Balık'ın amacına erişebilmesi için yaşamın ad, rütbe ve seri numaralarından fazlasını içermesi gerekir. Balık üstün anlamda dünyayı gözlemlemek yerine, dünyayı gözlemleyen aklı gözlemler.

Balık'ın stratejisi dünyayı bırakmaktır. Yöntemi, “objektif evrene duyulan inancı yıkmak” üzerinde yoğunlaşmıştır. Balık, yaratmak için bu kesinlikten kurtulmalıdır. Balık "büyük kaçışın" burcudur. Dünyadan kaçışın değil, daha ziyade güçlendirdiğimiz egolarımızın zulmünden kaçışın. Rekabetten uzak durmak, yardıma hazır olmak, şefkat, merhamet - eğer Balık bu davranışları geliştirebilirse, dünyasal varlığının iniş çıkışlarını, kaygılarını olgunlukla, ağırbaşlılıkla izleyebilirse çok canlı ve uyarıcı bir hayat onun gelişimsel hedefini destekler. Sadece olayların ve nesnelerin zihinden bağımsız olduğu düşüncesinden kaçınması gerekir.

Balık objektif dünyadan sübjektif dünyaya kaçtığında gölgesiyle karşılaşır. Zihni hayaller, etkilenmeler seliyle ve ürkütücü duygu dalgalarıyla dolar. Kendini aşma dürtüsünü ve bunu nasıl yapacağını şaşırır. Benliğinin derinliğinden gelen bu patlamalar yaratıcılığa yönlendirilmezse gücünü tüketir. Gerçeklerden kaçar. Bu kaçış bir ilham içermez, sadece uyuşma ve hissizleşme içerir. Her zorlukta geri döner, zevklerinin içinde kendini kaybeder ve kötü kaderinin kurbanı olduğu duygusuyla kendi zamanının geleceği günü bekler.

Öğrenmesi gereken; net bir kimlik duygusu geliştirmek, hayal dünyasında kaybolmadan, esinlerini objektif dünyada evrensel yaratıcılığa dönüştürmektir.

P-PRENSES


O koca kıçı ve avuçları
aşıran-taşıran memeleriyle,
pamuklusuna,uyuyanına,
Monaco'lusuna değişilmeyecek
yegâne prenses.
Mahpus olduğu zındandan,
henüz müze yapılmamışken
insanın onu kurtarası; atla değil
de -bisiklet falan da uymaz-
halk otobüsüyle çıkılan meşakkatli
yolculukta ejderlerle, hayınlarla,
çıyanlarla savaşası;
kulak memesinden öperken
geğirtisindeki sarmısak kokusundan
tahrik olası geliyor.

Bir de rakı şişesinde dev olsam.

6 Eylül 2009 Pazar

D-DERS



“Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.” Romalı Vali Pilatus’un karşısındaki İsa’nın sözünü ettiği “gerçek” Tanrı’dır (Hakk); yani aslında “hakikat”tir. Romalı valinin yanıtı “Gerçek nedir ki” dir. Muhtemeldir ki soru olarak değil de “Gerçek, senin aldatıldığın, terk edildiğindir. Bir haydutun (Barrabas) hayatının seninkine tercih edilmesidir gerçek. Senin gökyüzündeki krallığın, senin ‘hakikat’in değil budur gerçek” diyen bir açıklamadır.

...

“Körler onları görmese de yıldızlar vardır” dedi. (Nâzım Hikmet, “Rubailer”den)

...

Yani “gerçek” bizimle bağlı değildir. Biz “gerçekliğin” bir parçasıyız. “En önemli” ya da “eşit” parçalarından biriyiz. Herkesin meşrebine göre yorumlayacağı bir önemde.

Öncelikle gerçeği duyusal olarak kavrarız. Uzaktan bize doğru yürüdüğünde sevgilimizi “görürüz”, ona sarıldığımızda birbirimize “dokunuruz”, sıcak bir yaz günü olsa dahi onu “koklarız” (ne yazık ki pek çok durumda aldığımız “koku”, onun “biricikliğini” sıradanlaştıran bir parfüm kokusudur.), “Seni çok özledim” dediğinde sesini “duyarız” ve dudaklarından öptüğümüzde onun “tadı”nı biliriz. Sevgili “gerçek”tir. Ama ne sevgili ne de aşk yalnızca duyularımızla kavradığımız bir şey değildir. Psikologların, filozofların, fizyologların hatta kimyagerlerin sunduğu veriler hiç de yabana atılmayacak gibi olsa da bizi tamamen ikna etmez. Hep eksik bir açıklama olduğunu düşünürüz. Bu, bir yanıyla, binlerce yıldır insanlar birbirlerine âşık olduğu ve bizim aşkımızın da pekâlâ onlardan bir parça taşıdığı halde kendi aşkımızın “biricik” ve “indirgenemez” olduğunu düşünmemizle (ki her bir insan deneyiminin biricikliğini kabul edersek bu doğrudur) ilgilidir. Ama bir yanıyla da “sevgili”nin ve “aşk”ın gerçekliğine nüfuz etmenin sınırlılığıyla ilgilidir. “Dil” bize bu “sınırlılığı” en acımasızca gösteren şeydir.
“Seni seviyorum” ne anlatır? “Saçlarındaki buklelerle oynayışını ‘görmeyi’, elimle çeneni tuttuğumdaki ‘dokunmayı’ (parfümsüz olduğunu varsaydığım) vücudunun ‘koku’sunu, ‘Bekledin mi?’ diye soran ‘ses’ini, dudaklarındaki tuzun ‘tadı’nı seviyorum.” demek midir bu.
Evet, budur ama aynı zamanda daha fazlasıdır:
“Küçücük çocukların üzerine bombalar atılıyor, ‘Ben seni seviyorum’”
“Bugün bir de Türkçe dersi var,‘Ben seni seviyorum’”
“Küçükken çok istediğim bir oyuncak vardı ama almadılar,‘Ben seni seviyorum’”
“Okul bitince iş bulabilecek miyim,‘Ben seni seviyorum’”
“Keşke çalışmak zorunda olmasak, ‘Ben seni seviyorum’”

...

Yani tüm kişisel tarihimize mündemiçtir/içkindir “Seni seviyorum.”
Ya da anadili Türkçe olup ortak bir tarihe sahiplenenler için, Orta Asya’da başlayan bir tarihe içkindir “Seni seviyorum.”
Oysa bir “ses”, bir “yazı” olarak “Seni seviyorum”un tüm bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Çizgi romanlardaki “bang”, “k-pow”, “crash”; “küt” , “pat”; günlük dilde kullandığımız “patırtı”, “tıkırtı”, “çıtırtı” gibi “seslerden” türetilmiş sözcükler istisna dil tamamen bir uzlaşma üzerine kuruludur. SEVGİLİ-SEVMEK-“SENİ SEVİYORUM” arasında neredeyse “gerçeklikle” bağlı hiçbir şey yoktur. Pekâla “Seni seviyorum” yerine “Zeytinyağlı dolma” da diyebilirdik ve “sevgili de bunu duymaktan çok mutlu olabilirdi. “Gerçek” bir masa ile masa “sesi” ya da yazılı sözcüğü arasında dolayımsız bir ilişki yoksa “sevgili”yle sevgili, “sen”le sen, “sevmek”le sevmek arasında bir ilişki yoktur.

K-KEN PARKER



"Il Respiro e il Sogno" - G.Berardi, I.Milazzo

Hiç diyalog yok. Biraz başa dönüş gibi. Kaynağa, “Jeremiah Johnson”a. Ken, ilk öyküde artık saatlerce mi günlerce mi peşinden koşturduğu, kışın soğuğunda açlıktan ölmemesinin tek garantisi olan geyiği yaralar ve tam son darbeyi vuracağında çalılıkların arasından iki küçük yavru geyik çıkar. Yerde yatan yaralı annelerinin memesinden emmeye başlarlar. Sonrası... Vurduğu geyiği tedavi eder. İyileşene kadar bir yere gitmez. Yavrularla oynar. Ot yemekten kabız olur. Kurtlar gelir. Tipi çıkar. Nihayet geyik iyileştiğinde herkes kendi yoluna... Kısa bir süre sonra bir silah sesi duyar. Atını sesin geldiği yere doğru sürer. Bir Kızılderili, anne geyiği ve yavruları vurmuştur. Ken nefretle tüfeğini doğrultur. Derken ağaçların arasından iki küçük çocuk ve bir kadın çıkar. Tüfeğini indirir ve yoluna devam eder.

O-OKUNDU


"…günlük okumalarından yaptığı ve her yere taşıdığı not defterlerinde biriktirdiği alıntıları ve parçaları arkadaşlarına bu defterlerden yüksek sesle okurdu. Düşünmek de bir tür koleksiyonculuktu, en azından başlangıç aşamalarında. Birbiriyle ilgisi olmaya düşünceleri ciddiyetle kayda geçirirdi; dostlarına yazdığı mektuplarda mini denemeler geliştirirdi; gelecekte yapacağı işlerin planlarını düzelterek yeniden yazardı; düşlerini yazıya dökerdi (birkaçı Tek Yönlü Yol’da anlatılır); okuduğu bütün kitapların numaralanmış bir listesini tutardı. (1938’de ikinci ve son kez Benjamin’i Paris’te ziyarete giden Scholem, o zamanlar okumakta olduğu kitapları yazdığı defterde Marx’ın On Sekiz Brumaire’inin listeye 1649 numarayla kaydedilmiş olduğunu gördüğünü anımsar.)…"



Susan Sontag-“Satürn Yıldızı Altında”

2 Eylül 2009 Çarşamba

O-OKUL



Teneffüs zili çalmış ama onların umurlarında değil. Gazoz kapağının top niyetine kullanıldığı –kenarları tırtıklı da olsa dairesel olması yetiyor herhalde- maç bitmemiş henüz. Bu henüzün sonu ne olmalı ki, teneffüs zilinin çalması değilse. Terin enseden inişiyle başlayan hafif kaşınma belki de. Neyse, sonunda biri akıl ediyor; koşturarak, korkarak, kapıyı tıkırdatarak sınıfa giriyorlar. 1. sınıflar ya, disipline olamadılar daha, öğretmen de bunu biliyor. Tahtanın (karatahta…) önüne diziyor onları, İstanbul Hatırası gibi, unutmasınlar diye. Eller açılıyor, serçe parmak çok korkmuş, seğiriyor, şak! Soba sıcaktır ve sobaya dokunursan elin yanar. Bunu öğrenmelerinin üzerinden o kadar da çok zaman geçmedi. Koşarken düşünce, avuçlar yere çarparsa biraz yanmış gibi olur. Bunu biraz daha yakın zamanda öğrendiler. Şimdi bir cetvelin nasıl eli yakabildiğini öğreniyorlar. Canları yanıyor… Sıra sonuncuya geldiğinde birincinin eli sızlama aşamasında. Sana bir şey olursa içim sızların ne demek olduğunu bilmiyor, o daha sonra, şimdi eli sızlıyor. Bir daha yapacaklar mı, geç kalacaklar mı, öğretmenden sonra, ders başlamışken… Kalıp olarak soru cümlesinin bazen soru cümlesi olmadığını öğrenmişler. Oysa bu soruydu ve cevap vermemek yanlış cevaptan da kötü bir şey. Şimdi parmak uçları bir araya toplandı. Serçe parmak çok korkuyor ama güvenli bir yerde değil, üstelik bütün sınıf ona bakıyor ve henüz bütün sınıf serçe parmak sana bir şey olursa içim sızlar demeyi bilmiyor. Artık hepsi ağlıyor. Ama… Biri diyor ki öğretmenim (iyelik ekiyle‘öğretmenim’) canım çok yandı ve seni anneme söyleyeceğim. Doğrusu ve yok, ama seni, sizi değil. Öğretmen buna gülebilir, gülmüyor… Saçından tutup kafasını tahtaya (karatahta) vuruyor. Bir kere de kuzeni itmiş, kafasını kapıya vurmuştu. Annesine söylemiyor. Kendini asmadan önce sakal tıraşı olmak gibi kolalı yakasını, ütülü önlüğünü giyiyor. Elinde sefertası, sırtında çantası okulun yanındaki caminin avlusunda bekliyor saat on ikiye kadar. Sonra eve dönüyor. Ertesi gün cami avlusuna alışıyor, ama üçüncü gün olmuyor. Annesi niye okula gitmediğini soruyor. Üçüncü gün ikinci dersin yarısında koridordan sesler geliyor. Biri bağırıyor. Sonra biri kapıyı çalmadan içeri giriyor. Öğretmene diğer çocukların duymaması gereken çok kötü küfürler ediyor. Öğretmenin serçe parmağı korkuyor olabilir. Sonra başka öğretmenler geliyor. Lütfen diyorlar. Lütfen iyi bir şey ama küfürler daha iyi. Okul bitti.