18 Kasım 2018 Pazar

K- Köprüdeki Türkan’la dayanışma için

Cennet’e giriş belgeleri verildiği halde, birtakım uhrevi bürokratlara ağza alınmayacak küfürler ettiğinden Sırat’ta bekletilen annemin hayatından, henüz o taraflara gitmek için vakti olanları bu tarafta tutmaya esinlendirecek anekdotlardır.


1943 yılının 1 Mayıs’ında İstanbul’un Tophane semtinde doğan Türkan, beş-altı yaşlarında, astım hastası olan ve “asabiyet tedavisi” gören annesinin ölümüyle üç ağabey ve babayla baş başa kalıyor. Aslında kalamıyor. Pek ilgilenen olmadığı için zamanının çoğu sokaklarda geçiyor. Üşüdüğünde de esrar tekkesi niyetine kullanılan babasının kahvesine gidiyor. “Hep duman olurdu ama ben hemen uyurdum,” diye hatırlıyor o günleri.

Okula gönderilme yaşı geldiğinde ve yetişkinler bunu ancak dokuz yaşına gelince fark ettiğinden kocaman bir kız olmaktan ve sınıfta sakız çiğnediği için kızan öğretmene küfrettiğinden Türkan’ın eğitim hayatı kısa sürüyor: Üç gün. 13 yaşına geldiğinde, herkesin “5 Numara” olarak adlandırdığı (“Nereye gidiyorsun?” sorusuna “Eve gidiyorum” değil de “5 Numara’ya” diye yanıt verilen), köşk-apartman-gecekondu karışımı evlerindeki 15-20 civarındaki "aile"den biri olan dayısının kendisine ve diğer kızlara tacizine artık katlanamayan Türkan, dayının ayakkabı dükkânına girerek yeni ayakkabıların üzerine kızlardan topladığı çişleri dökerek protestocu ruhunu güçlendiriyor.

17 yaşında, kaptan şapkasıyla çektirdiği bir fotoğrafla aklını çelen, bir gemide elektrikçi olarak çalışan bir adamla evleniyor. Bir gün sinemada seyrettikleri bir filmden pek etkilendikleri için (muhtemelen bir İtalyan filmi) birbirlerine o tarihten itibaren arkadaş anlamına gelen “amiko” diye sesleniyorlar (Çocukları da epey bir süre anne ve babalarının adlarının aynı olduğunu düşünüyor).
60’lı yıllarda bir dönem Türkiye İşçi Partisi’nin Beyoğlu ilçe sekreterliğini de yapan kocası, bir gün partinin ilçe kongresi hazırlıkları için kongrenin yapılacağı binaya erkenden gidip elektrik tesisatını kontrol etmek istiyor. Türkan’ı da yanında götürüyor. Ona sahnede mikrofunun yanında durmasını, ses kontrolü yapması için yardım etmesini söylüyor. O arada partililer de yavaş yavaş gelmektedir. Yeterli miktarda seyirci gelince havaya giren Türkan, mikrofonla seyircilere “Dalgalandım da Duruldum”u söylüyor. Rivayet odur ki şarkı o tarihten itibaren partinin gayriresmi marşı oluyor.

Müziğe ve dansa tutkun olan Türkan, aldıkları evlilik kararı aile tarafından kabul edilmeyen ağabeyinin sözlüsü dansöz Sedef İnci’yle gizlice görüşüp ağabeyini bırakmamasını istiyor. Bir yandan da Sedef’ten göbek atmanın inceliklerini öğreniyor. Bu arada evlilik kararına en şiddetli karşı çıkan kuzeni Küçük Abdullah, Türkan’ın ağabeyini bacağından vuruyor. Tabii herkes olayı örtbas etmek istiyor ama Türkan polise gidip Küçük Abdullah’ı ihbar ediyor ve sekiz ay hapis cezası almasını sağlıyor.

Birkaç yıl sonra 12 Mart darbesi oluyor. Uzun süre ortalıktan kaybolan eşini soran akraba-tanıdıklara yurtdışa gitti diyor, heyhat kendi de buna o kadar inanıyor ki eşi geri döndüğünde yurtdışından çocuklara oyuncak bile getirmedi diye kocasıyla kavga ediyor. Bir süre sonra annesinden yadigâr astım ve “asabiyet hastalığı”yla ilk ciddi boğuşmalarını veriyor Türkan. Bu arada iki oğlu olmuştur. Büyük oğlu ilkokul birinci sınıfta teneffüsten geç geldiği için kendisini döven öğretmen yüzünden üç gün boyunca okula gidiyorum diye sokaklarda zaman geçirince, Türkan buna çok sinirleniyor ve ertesi gün okula giden oğlunun sınıfına girerek öğretmeni koridora çağırıyor. “Sen benim oğlumu nasıl döversin!” nidaları bütün okulda yankılanırken yanında getirdiği sopayla öğretmeni dövüyor.

Bir gün, küçükken onu omuzunda taşıyan, az da olsa ilgilenen tek ağabeyinin eşi ağabeyini başka biriyle aldatınca ağabeyinin evden kovduğu yengesini yanına alıyor. Tek odası olan bir evde hayat zaten yeterince zorken yengesi bir süre sonra pezevengini bıçaklamış bir kadını getiriyor. Kadın da üç gün kaldıktan sonra ikisi de gidiyor. Kısa süren bu misafirlik evdeki çocuklarda derin bir iz bırakıyor. Kadının söylediği şarkılar, yaptığı taklitler ve patates kızartmalarına doyum olmuyor. Çocuklar ne zaman Alageyik sokağının önünden geçseler ceketlerinin düğmelerini ilikleyip, saygıyla anıyorlar kadını.

Bir süre sonra hastalığı ilerleyen Türkan hastaneye yatırılıyor. Kendisine elektro-şok tedavisi uygulamak isteyen doktorlara önce makul gerekçeler sunuyor: “Ben deli değilim, asabiyim.” diyor. Psikiyatri dilinde “Psikotik değil, nevrotiğim ben” manasına gelen bu argüman kabul görmeyince, ziyaretine gelen kocasından elektrik tesisatını bozmasını istiyor ama talebi pek makul karşılanmıyor.

 12 Eylül’den bir süre sonra ekonomik durumları iyice bozuluyor. Kocası da pek ortalıklarda olmadığından, arkadaşlarıyla iptidai bir teksir makinesiyle birtakım kâğıtları çoğaltan büyük oğluna ve arkadaşlarına yemekler hazırlıyor, çaylar yapıyor ve sürekli onları destekliyor: “Aferin size” diyor, “hep böyle derslerinizi çalışın.” Bir gün en çok çalıştıkları ders hakkında bir soru soruyor onlara: “Nedir bu sosyalizi, ha bire sosyalizi, sosyalizi, ne zor dersmiş bu?” Oğlu açıklıyor: “Diyelim ki komşunun iki ekmeği var, senin ise hiç yok. Komşunun bir ekmeğini alıp sana verirsek, o da aç kalmaz sen de, işte ‘sosyalizi’ bu”. Türkan bundan çok etkileniyor. Oğlu ertesi akşam eve geldiğinde bir de bakıyor ki soba yanıyor, ev sıcak. Şaşırıyor. “Kömür nereden geldi?” diye soruyor. Türkan “Sosyalizi yaptım” diyor.

Yaşının ilerlemesiyle birlikte hastalığı da ilerleyen Türkan, bir gün kolunu ileri doğru kaldırıyor ve bir türlü indirmiyor. Kolunun üzerinde oyun oynayan binlerce küçük kız çocuğunun yere düşmesini istemiyor. Ziyaretine gelen yaşlı bir akrabası “Kolunda bir şey yok, hayal görüyorsun.” diyince “Ha siktir pezevenk, sen erkeksin görmezsin tabii,” diyip akrabasını evden kovuyor.


Şimdi arkadaşlar, Türkan’la dayanışmayı güçlendirmek gerekiyor. Tabii işimiz biraz zor, bu kadar küfürbaz olmasa belki Cennet bürokratları alttan alacak ama malum can çıkar huy çıkmaz. N’apacaksınız işte… Yine de diyorum ki Türkan’lar ölür direniş ölmez! Köprüdeki Türkan’la dayanışmaya!