29 Nisan 2010 Perşembe

P-PUT THE BLAME ON MAME-3

When Mrs. O'Leary's cow
Kicked the lantern in Chicago town
They say that started the fire
That burned Chicago down
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame kissed a buyer from out of town
That kiss burned Chicago down
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

Remember the blizzard, back in Manhattan
In eighteen-eighty-six
They say that traffic was tied up
And folks were in a fix
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame gave a chump such an ice-cold "No"
For seven days they shovelled snow
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

When they had the earthquake in San Francisco
Back in nineteen-six
They said that Mother Nature
Was up to her old tricks
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
One night she started to shim and shake
That brought on the Frisco quake
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

They once had a shootin' up in the Klondike
When they got Dan McGrew
Folks were putting the blame on
The lady known as Lou
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame did a dance called the hoochy-coo
That's the thing that slew McGrew
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame


Seslendiren: Anita Ellis
Söz ve müzik: Allan Roberts, Doris Fisher
Soundtrack: 'Gilda', 1946, Charles Vidor

P-PUT THE BLAME ON MAME-2

"Kovalayacak bir şey yoksa niye koşuyoruz"
Çin atasözü























Musidora






















Asta Nielsen






















Lousie Brooks






















Bette Davis




















Jean Harlow






















Joan Crawford






















Mae West






















Heddy Lamarr

















Veronica Lake






















Gloria Swanson






















Ava Gardner






















Monica Vitti






















Ann Savage






















Edie Sedgwick






















Faye Dunaway

















Sharon Stone

28 Nisan 2010 Çarşamba

P-PUT THE BLAME ON MAME-1

Femme Fatale: Sevilmeyen Kadın (*)

Talat Balca Arda

Özgürlüklere sahip olmanın meşru yolu, klasik feminist düşünüşe göre siyasi, demokratik ve toplumsal alandan geçer. Özel alana hapsedilen kadın toplumsal alana geçip hakları için omuz omuza savaşmalıdır. Bu durumda “femme fatale” meşru yoldan çıkmış kötü kız kardeştir ve hatta bu uğurda aforoz dilmelidir; çünkü gücünü klasik feministlere göre cinselliğe saklamıştır.
Kadınların içinden çıkmak için bin bir derde girdiği özel alanı, “femme fatale” 50’li yıllarda Holywood’un korku-fantastik-dedektif karışımı filmlerinde kendine kale yapmıştır. Klasik kara film örnekleri ”Gilda”, “Laura” ve “Rebecca”dan daha sonra “Temel İçgüdü”, “Kanıt Vücutlar”, “Zehirli Sarmaşık” veya “Diabolique” gibi postmodern kara filmlerde rastlanan “Femme fatale” mekanının efendisidir; aynalar, anahtar delikleri, gölgeler onu bütünleyip sınırlarını tanımsız kılar.
Ancak elbet “femme fatale”in evi veya mekanı, aile babasının “Honey, I’m home” diye içeri girdiği, sıcak aile saadetinin sürdüğü, küçük sevimli çocuklarının oynaştığı, aydınlık, güvenli ve dolayısıyla tanımlı özel alan değildir. Karanlık bir gece kulübü, Gilda’nın; birbirine gizli kapılarla bağlanan odalarla donanımlı labirentsel malikane, ölmüş sahibe Rebecca’nın; havuzlu lüks camlarla ve aynalarla kaplı loş ev, Catherine Trammel’in (Temel İçgüdü) bütünleyici öğesidir. Tanımlanmış bilinen toplumsal alanın efendisi erkek, “femme fatale”den hem korkar hem de onu arzular. “Fatale”e duyulan şehvet aslen “bilgi”ye duyulan açlıktır (bu bilgi açlığının öznesi de genellikle erkek bir polis veya bir dedektif olmaktadır- kadın ise onun araştırma konusudur). Bu durum, erkeğin cinsel aktiviteyle beraber kadını keşfedip tanımlanmış hale getirme isteği ile ilgilidir. Böylece erkek libidonal ego tatmini ile beraber kırılan iktidarını tekrar kurup “femme fatale”i bertaraf edebilecektir.
Ancak klasik “fatale”ler vücutlarını sunduklarında zihinsel olarak cinsel aktiviteye girmeyerek; postmodern “fatale”ler ise cinselliği sade sado-mazoşist oyunlar seviyesine getirerek erkek karakterin planlarını bozar. Zaman içinde erkeğin bilgi açlığı takıntıya evirilerek onu “fatale”e daha da bağlar. O yüzden “femme fatale”, feministleri mutlu edemediği gibi ataerkil sistemi de korkutmaktadır. Film “Gilda”da olduğu gibi “fatale”in evlenmesiyle veya Rebecca’da olduğu gibi malikanesinin yakılmasıyla bitirilip “fatale”lerin mekanlarından ayrılmasıyla sonlanırsa senarist tarafınca ataerkil tahakküm zinciri korunur. Ayrıca çağımızın yaşayan “femme fatale”i Madonna evlenip iki çocuğa karışmış ve hepimizin gözleri önünde evcilleşmiştir.
Ölüm ve aşk oyununu şahsında birleştiren “fatale” karadul örümceği misali erkekte
vajinafobyayı uyandırmaktadır. Kadının vajinafobya ile erkekte iktidar sahibi oluşu feministlerce, kadının “vücut” yoluyla yaptığı bir eylem olmasından dolayı aşağılanır. Yoksa kadın entelektüel işlevlerde (politika-bilim-sanat) erkekle yarışmalı; beyin-akıl bölümünü ataerkil sistemde olduğu gibi erkeklere bırakmayıp vücuda saplanmamalıdır. Bu düşünce klasik Platoncu ve sonrasındaki aydınlanma çağı zihniyetin bir ürünüdür ve maneviyatın madde üzerindeki üstünlüğüne dayanır.
Maddi-Manevi ayrımının ve hiyerarşisinin, aynen kadın-erkek ayrımı ve hiyerarşisi gibi bir kurgu ve bir söylem olduğu ve aslen sistemin kendini bu kilit noktada meşrulaştırdığı düşünülürse bu inançtan da kaçınmak, feminist düşünceye renk getirecektir. Elbet cinselliğin kadınca hakimiyet alanına alınmasını kadının maçolaşması gibi algılayıp klasik feminist bir okuma yapmak mümkündür. Erkeğe yöneltilen sözlü taciz, belden aşağı muhabbetler, açık cinsel davetler “fatale”in cinselliği erkekten çaldığı yerlerdendir.
“Temel İçgüdü”de “fatale”in soruşturma sırasında makdulü “becerdiğini” söylemesi filmin en can alıcı noktalarından biridir: Sharon Stone tüm kadınların intikamını almıştır. Böylece küfür geleneğinin “fuck” edebiyatı erkek egemenliğinden alınmıştır. Ancak “fatale”ın bu tutumu, feminizme göre, erkeğin cinselliğinin “fetih yapan” pozisyonunu üstünlük olarak kabul etmek ve “erkekleşerek” “fethedilen”den kurtulmaktır. Bu da “fatale”i kadın kimliğinden çıkarır. Hatta “fatale”in “Zehirli Sarmaşık”ta (Ivy-evin kızı), Temel İçgüdü’de (Roxy-Beth-Catherine), Rebecca’da (Rebecca-Mrs Danvers) cinsel ve duygusal olmak üzere lezbiyen ilişkilere giriyor olması, erkeği lüzumsuzlaştırıp iktidarını güçlendirdiği yerlerdendir.
Ancak feministlerce, “fatale” bu eylemlerle kadınlıktan çıkmıştır. Feminist transfobya burada yerini almıştır: Birçok feminist kadın örgütünün transseksüellere kapalı olması, kadının bir özü olduğuna olan inanç ile paraleldir; ancak tüm cinsiyet tanımlarının birer kurgu olduğu düşüncesi, yerleşik cinsiyetler arası tahakküm ilişkilerini yerinden edebilecek güçtedir. (Darke&Cope, 2002- Uluslararası Kadın Çalışmaları Forumu) … Üstelik kadınların atası Havva da bir “fatale”dir; Havva şeytana uyup Adem’i cinselliğe davet etmiş, Tanrı yolundan onu saptırıp cennetten kovulmalarına neden olmuştur. Elbet Kadınla Şeytanın işbirliğinden doğan “fatale” dünyevi-ruhani varlık melezi, cinsiyetsiz bir yaratık olarak şekillenebilir.
Ne de olsa dini okumalar melekleri cinsiyetsiz olarak tanımlamıştır. Şeytan insanları kandırarak, onlara fani zevkler sunarak Allah katından uzaklaştırandır. Şeytan “fatale” ile aynı dilden konuşur; insanlara pis kelimeleri öğretir. Öyleyse şeytan bir kılığa girecek olsa, en güzel bir “femme fatale” olarak kurbanlarını bulabilirdi.
“Fatale”in karanlık ortamları kendine mekan seçmesi ve bir kara film klasiği olarak her zaman için yüzünün bir yanının gölgede kalıyor olması, izleyicinin gözünde “fatale”in vücudunu muğlakta bırakır. Böylece izleyici vücudun kalan boşluklarını fantastikle doldurabilir. O yüzden de “fatale”in ayna diyalogları, kara film klasiğidir. Her an izleyici aynada “fatale”in gerçek şeytani yüzünü görme heyecanına düşer. Ancak “aynalar” görüneni yansıtır yani bir anlamda aynalar yalancıdır ve “fatale” ile işbirliği içindedir; aynen “Pamuk Prenses” masalındaki kötü cadı ile sihirli aynasının ilişkisinde olduğu gibi… Elbet Gilda’nın aynanın önünde nispet yaparcasına saçlarını geriye atışı, sinema tarihinin en keyifli sahnelerinden biridir.
Öyleyse “Femme Fatale”in hem ataerkil sistemce hem de klasik feminist söylevce dışlanışı bir sürpriz olmamalı. Çünkü “fatale” kendisinden başkasını sevmez ve de kendisinden başkasına hizmet etmez. Fatale hiç kimsenin kadını olmadı.



(*)"davetsizmisafir.org"dan alınmıştır.

Fotoğraflar:
1-Theda Bara, 'Cleopatra', 1917, Yön.: J.Gordon Edwards
2-Isabelle Huppert, 'Violette Noziere', 1978, Yön.: Claude Chabrol
3-Suzan Avcı
4-Rita Hayworth, 'Gilda', 1946, Yön.: Charles Vidor
5-Marlene Dietrich
6-Leyla Sayar
7-Lauren Bacall, 'To Have and Have Not', 1944, Yön:: Howard Hawks
8-Jeanne Moreau
9-Neriman Köksal, 'Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar', 1953, Yön.: Ö. Lütfi Akad

27 Nisan 2010 Salı

E-ESMERALDA-5 (elif)

E-ESMERALDA-4 (gün)

E-ESMERALDA-3 (turgut)

E-ESMERALDA-2 (pınar)







E-ESMERALDA-1 (derviş)

Acının Fırat’ını içime dök

Sana ancak acı bir şiir verebilirim C.


Alo Dayı öldü, bir tek
Hakkıma hayırlısı kaldı yadigâr
bense unutmadım yüreğimde parçalandı
o söz nar:
- Ölen kalana hayaldir, bu da bir kâr

Hece hece konuştu Malatya’ya çökerken gece
Düğün dağıldı, damın deliğinde bir ben kaldım
bir de yaşım sıra gezen ölüm
Arguvan ağzı bir türkü dudaklarında:
- Hayat dediğin solan bir gülmüş
Bir gün gelir derler Sultan da ölmüş

Artık hepimiz birer faşistiz İsmail
değil mi ki diğer kitaplarla birlikte
kül oldu Komünist Manifesto

Gani abimi hatırlıyor musun, İsmail
herkes mutluydu hani
herkes mutluydu
biz seninle, alayının yüzüne
Alayınızın kitabını sikerim diye haykıran
kaportacı abisi elektrikte
iki çocuk
rüzgara kapılmış bir gazete parçasında
okuduk Birinci Altın Güvercin Müzik Yarışması’nı
hatırlıyor musun İsmail

Vadideki Hayat bitti, elektrikler kesik
Gani abim öldü
duyuyor musun İsmail

şurada duralım İsmail
yalın ayaklarımızla
saçları sıfır numara tıraş edilmiş iki çocuk
onuncu yıl çalıyor bando
esas duruşunu bozma İsmail
şurada duralım İsmail
annemizin pantolonlarımıza diktiği yamalar
bir tek bizim değil Cumhuriyet’in de özeti

biz seninle yaz tatilini bahçe duvarına taş
toplayarak geçiren Ankara lastiği giymiş iki çocuk

ben unutmuştum,
dün
bir şiirde gördüm onları
sen...
sen hatırlıyor musun İsmail...

B-BANA SU VERDİ


Kralın askerleri kambur zangoç Quasimodo’yu epey bir tartaklayıp Pierrat Torterue (‘işkence’ memuru ya)’nün önüne getiriyorlar. Quasimodo ya anlamıyor ya da umurunda değil olacakların ama susamış, su istiyor: “Su verin, su verin” diye kalabalığa bağırıyor. Tabii su vermek ne kelime daha çok dalga geçiyorlar, üzerine bir şeyler atıyorlar. Victor Hugo “romantik” adam, kalabalıktan Çingene dansöz Esmeralda’yı çıkartıp, merdivenlerden yürütüp Quasimodo’ya su verdiriyor. İşte edebiyat tarihçileri-eleştirmenleri burada bölünüyor: Quasimodo Esmeralda’ya çok güzel bir aşifte olduğu için mi âşık oldu, yoksa ona su verdiği için mi? Doğru yanıtın “her ikisi de” olduğunu biz biliyoruz. Ama soru bir kere ortaya atılınca, sorunun doğru olup olmadığı unutuluverir, yanıt aranır ha bire. Doğru soru şuydu: “Başkaları değil de niçin Esmeralda Quasimodo’ya su verdi?”

N-NE KADAR...
















Ne kadar,













ne kadar çok

















güzeldin.

22 Nisan 2010 Perşembe

K-KURTAR BENİ JOE


Kuzen kıvırcık sarı saçlı ve iyi müzik dinliyor. Frankfurt-Bad Nauheim’dalar ama her fırsatta Berlin’e, Hamburg’a kaçıyor, yeni ne var diye. İki yılda bir yazları ailecek iki-üç haftalığına İstanbul’da ve her geldiğinde elinde plaklar ve hepsi de “Bu da ne ya!” dedirtecek cinsten. Mesela ‘Never Mind the Bollocks’, ‘Penis Envy’, ‘Damned Damned Damned’ gibi içinde ne olduğu bir tarafa kapaklarının bile insanı zıplatacağı şeyler.


Tuhaflıksa şu: 1) Anne-baba Arap. 2)Baba Tophane, anne Çayırbaşı doğumlu. Almanya’ya gidene kadar da hep buralarda yaşamışlar. Yani punk’a bir yakınlık olabilirmiş ama olmamış. 3) Tatile gelişlerde Çayırbaşı’nda kalınıyor. 4) İkinci ya da üçüncü gün akşam saatlerinde, iki dut ağacının arasına dizilmiş yer yataklarına uzanan ev halkı (teyzeler, dayılar, yeğenler, kuzenler, bir adet Türkçeyi öğrenmemekte inat etmiş anneanne), biralar, çaylar ve sigara eşliğinde sarı kafanın DJ’liğinde mehtaba karşı punk dinliyor. Johnny Rotten bağırıyor: “No future, no future, no future for you!” Anneanne için sorun yok. Gelecekten de bir beklentisi yok zaten. Ahali de memnun, maksat sarı kafayı sevindirmek.

Çoğunlukla dördüncü ya da beşinci gün anne tarafından baba tarafına geçilince, Çayırbaşı halkı ‘DIY’ geleneğine uygun olarak yapılmış darbukalarıyla punk tavrını korumaya devam ederken plaklar asıl sahibine ulaşıyor. Ulaşıyor ama sanılmasın ki adres doğru. Siparişler hararetle kabul edilirken (Mesela bir adet ‘Eagles Live’ ve bir iki Slade falan, bazen ne diye istenmişse bir adet The Big Bopper…), hediyeler, “Hmm fena değilmiş” samimiyetsizliğiyle zamanı gelinceye dek dolabın en dip köşesine.
Artık zamanı geldiğini hatırlatan adam John Graham Mellor. Bildiğimiz adıyla Joe Strummer. Küçükesatlı Joe. Baba tarafında Ermenilik-Yahudilik de var, epeyce buralı yani. İşte ‘hayat kurtaran Strummer’ın grubunun dolaptan çıktığı ’86-‘87’de dünya karanlık bir gezegenken birden her yer pırıl pırıl olur: ‘London Calling’.

18 Nisan 2010 Pazar

S-SEN DE FAZLA OLUYORSUN

Yolunu şaşırmış bir ok. “İşte bu”nun olanaksızlaştığı bir hal. Her seferinde ıskalanan, her ıskalanışta da tekrara yol açan. Adlandırılamadığı için delinip geçilemeyen, tam olarak da bu yüzden bir fazlalık olan. Yani gerçek.

O-OROSPU ÇOCUĞU

Pencerenin önündeki, korkulukla kapatılmış boşlukta oturuyor çocuk. Beş altı yaşlarında falan. Kolonyayla ıslatılıp sola doğru taranmış saçları –ki erkek çocukların saçları sağa doğru taranır, temiz gömleği ve kısa pantolonuyla gezmeye giden çocuk
mahzunluğu var üzerinde.

Sokağın karşısındaki evin penceresinde patlak gözlü genç bir adam, kamyonun kasasına resmedilmiş manzaraya dikmiş gözlerini, parlak turuncu güneşe bakıyor. Güneş adamın bakışını delmiş, sadece elindeki sigarayı ağzına götürdüğünde onun yaşayan bir şey olduğunu anlıyor çocuk.

Sıkıldım. Tamam oğlum, tamam. Rimel, far, allık, ruj, saçlara fısfıs, tırnaklar sabahtan ojeli. Ucuzluktan alınmış hepsi. Bir tek kırmızı makyaj çantası Almanya’dan gelmiş, oranın ucuzluğundan. Dalgalandım da duruldum, koştum ardından yoruldum. Sıkıldım. Tamam oğlum, hadi.

Küçük havuzda gazoz kapağını yüzdürüyor. Sinemada şöyle olur: Bir düğmenin ayrıntı çekimini büyük insanlar, hmmm şimdi sinemadayız, kamera diye bir şey var diye seyreder. Küçük insanlar ise Güliver Cüceler Ülkesinde. Gazoz kapağı havuzun kenarından çarpa çarpa gidiyor. Masada semaver var. Kadın sigara içiyor. Arada yoldan geçen adamların bakışları kadına takılıyor. Kadın troleybüsü seyrediyor. Hayvanat bahçesindeki bir hayvana benzetiyor adının aklına gelmediği. Elektrikler kesilmese bari. 22: Eminönü-Bebek. Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.

14 Nisan 2010 Çarşamba

K-KURCALA


















2003’te Ali Karadoğan Lütfi Akad’a bir röportaj yapmış, soruyor:
“Dışarıda Halil’le olduğunda ve ev kadını gibi yaşamaya başladığında (Sabiha’nın) saçları daha siyah, sazda ise biraz daha açık renklidir.”
Akad’ın cevabı şöyle:
“Öyle bağlantılar varsa ondan dolayı değişik olabilir. Ben de şimdi anımsıyorum ama seyredersem hatırlarım. Ahretten bir soru gibi geldi şimdi. Ne yapacaksınız bunları siz? Filmi seyredin, dokunuyorsa size, kalbinize dokunuyorsa o kadarla yetinin. O güzel bir şey. Ama didiklediğiniz zaman filmi bozarsınız. O şey kalmaz sizde, tadı kalmaz."
Karadağ muhtemelen bu cevaba bozuluyor, ya da bir hayal kırıklığı belki:
“İncelemeyi yaptıktan sonra daha fazla lezzet aldık.” diyor. Akad bu kez (herhalde içinden “bu entel-dantel tayfası…” gibi bir şeyler söylüyor) neredeyse tersler gibi:
“Yani şimdi karnıyarık gelmiş didikle, kıymaları bir tarafa ayır, üstündeki domatesi tabağın kenarına koy, bilmem ne yap, derisini yüz, sonra yemeğe kalk. Filmi bu hale sokuyorsunuz, seyredin keyfini alın” diyor.
Başka bir yerde filmin şarkıları üzerine sorulan bir soruya “O şarkılara ben yabancıyımdır .” diyor.

Akad’ın tavrı çok da yabancısı olmadığımız bir tavır: “Tamam, bunu ben yaptım ama üzerinde o kadar da düşünmedim. Derin anlamlar aramanın bir gereği de yok.” Akad gibi sinema üzerine düşünmüş, sinemaya yön vermiş, üç tane isim sorulsa büyük yönetmenlerden biri kendi adı olacağı aşikâr bir yönetmen, ne yaptığı üzerine düşünmüyor, hatta fazla düşünülmesinden de hoşnutsuz, “Kurcalamayın” diyor. Kaç kuşağı etkilemiş, artık toplumsal-kültürel bir mevhum olmuş filmi üzerine düşünmeyen bir yönetmen.
İnsan, neden o değil de bu siyasi görüşlere sahip olduğunu, neden öteki değil de beriki takımı tuttuğunu, diğer kitabı okuduğunu, şu resmi yaptığını, onunla değil de bununla dost olduğunu, diğerine değil de buna âşık olduğunu, sormaz mı? “Seyredin, keyfini alın” diyor, “kurcalamayın”. O zaman anlıyoruz işte Yılmaz Güney’in neden büyük yönetmen olduğunu. O kurcalıyor. Hayatı da…

G-GÖZYAŞLARIN BOŞUNA


















Senden bana ne kaldı
Bir hatıradan başka
Bir daha geri dönmem
Yalan kattığın aşka
Kalbimi kıra kıra
Bıraktın bir hatıra
Günahını yalancı
Dudaklarında ara
Gözyaşların boşuna
Düşmem artık peşine
Yansın yüreğin yansın
Şimdi de bende sıra
Al götür sevgiline
Sevenin varsa yine
Aşkın bir zehir oldu
İçimde dura dura


ŞÜKRAN AY, 'Kalbimi Kıra Kıra'

H-HALİL



















SABİHA: Beklerim.
HALİL: Beklersin?..

S-SABİHA


















SABİHA: Belki bir diyeceğin vardır.
HALİL:Ne olsun?
SABİHA:Bilmem belki vardır dedim.
HALİL:Olsa söylerim.
SABİHA: Söyler misin?

V-VESİKALI YARİM


SABİHA: Benim yüzümden hep bunlar. Ya ölecek, ya öldüreceksin. Niye geldin? Gelmeyecektin?
HALİL: Geleceğimi biliyordun ama? Nedir istediğin?
SABİHA: Bilmem… Sıkıldım belki. Yetti belki. Her birimiz yolumuza gitsek.
HALİL: Yolumuz?
SABİHA: Öyle…
HALİL:Birleşti biliyordum
SABİHA: Yok. Birleşecek gibi değil. Benim yolum başka. Seni tanıdıktan sonra anladım. Senlen beraber olduktan sonra. Sevgi de yetmiyormuş. Çok eskiden rastlaşacaktık.