26 Aralık 2010 Pazar

B-BOŞ BOŞ BAKAMAMAK


İnsan anne-babasından kaçmalı. Hem de zamanı geldiğinde, çok bekletmeden; çünkü telafisi her geçen vakit daha zor olur. Kaçmak da kaçmak olmalı, öyle evin saklanılacak yerlerine değil ( O giysi dolapları, sandığın üzerindeki yorganların arası, teldolabın gölgede kalan kısmı kaçış yerleri değildir. Oralarda hayaletlerle dünya için mühim olmayan meseleler üzerine sohbetler edilir, birbirine sırlar verilir; bu da bir sorumluluk yükler çocuğa: O olmadığında hayaletler kiminle konuşacak?). Ben kaçtım. İyi de ettim, yoksa evsiz kalmayı öğrenemeyecektim. Evsizlik, yaptığım resimleri bir duvara asamamak. Bir duvardan indirememek. Duvarda sıvanın boyanın altından taşarak açtığı yolları görememek, yollardan haritalar kuramamak. Duvara boş boş bile bakamamak.
İnsanın bakmaktan gözlerini alamadığı bir şey yoksa eğer, duvarlara boş boş bakamamak zor bişey.

8 Aralık 2010 Çarşamba

İ-İYİ İNSAN AĞLATIR


















(…)

İyilik karşısında, özellikle saflıkla karışık iyilik karşısında ağlamak her zaman insan psişik topoğrafyasındaki (süperego-ego-id) derin mekanizmaları çalıştıran bir işlemin sonucu olmuştur. Bunca saflığına rağmen, iyinin hayatta kalması üzer insanları: Kendileri yaşamak için kaç takla atmış, kaç kişiye yalvarmış, akla hayale gelmedik ne kölelikler yapmıştır. Burada apaçık bir dengesizlik vardır, Tanrı “haksızlık” yapmıştır ve su içinde su kadar temiz birinin yaptığı iyiliğe mahkûm kalmıştır; şimdi de kendine acımış, ağlamıştır.

Öte yandan iyiler, neredeyse Tanrı tarafından seçilmişlerdir. Herkes, için için bunu böyle düşünür. Bunca saflıklarına rağmen iyilerin kaybolup gitmemesi, buna bağlanır. Bu çeşit bir tanrısal iyiyle karşılaşmak ortalama bir kötüye her zaman hatırı sayılır bir çöküş getirmiştir.

İyi olmak o kadar ışık saçan bir durumdur ki, aynen okyanus dibinde yaşayan ahtapotlar ya da bazı kabuklular gibi iyi, hiç bitmeyen yağıyla kendi kendine yanar. İyilik, herkesi yenen bir mittir, bir dindir belki ama bir öz değildir. İnsan iyi doğmaz, iyi olarak doğmak iyi değildir zaten. Doğuştan iyi olmak sürdürülemez çünkü. İnsan yaşamla kirlenmeli, sonra temizlenmelidir. Temizlenme çoğu kez aktif bir iştir. İnsanın kendini iyi yapması uzun uzadıya devam eder. Sonra bir sınıra gelir, etler acıyarak son bir hamle… İyi olmak bir iştir, bu işi olan başka bir iş yapamaz.

(…)


'Aylak Fikirler', Tahir M. Ceylan, 2010

K-KURTULUŞ


“Geçmiş”in zamanı (geçmiş-bugün-gelecek ayrıştırılamaz bir akış olsa da) “hissediş” olarak başka türlü işliyor. Biraz nemli, ılık bir nefesi var bir an ensemizden girip çıkan; tam “yakaladım” dediğin anda kaçıveren. Kırlangıçların seslerinde mesela, yakaladığını sandığın ama her daim susmuş olanın havada asılı kalan yankısı… Geçmiş o yankıdadır. Kurtarılması gereken o yankıdır sadece. Peşimizden koşan geçmişten (“kaçtığımız” için kovaladığını varsayıyorum; ağır adımlarla yürürsek…) kurtulmanın tek yolu onu kurtarmaktan geçiyor gibi.

Aşk gibi… Beni kurtarırsan kurtulacaksın.


Resim: 'Angelus Novus', Paul Klee, 1920

30 Kasım 2010 Salı

26 Kasım 2010 Cuma

V-VİCDAN AZABI


Winchester deyince, western seyretmiş, çizgi roman okumuş olanlar o fiyakalı tüfeği bilir. Oliver Winchester’ın icadı, Amerikan İç Savaşı’nda, Kızılderili soykırımında başrol oyuncusudur. Sarah Pardee ise 23 yaşında Winchester’ın oğlu William’la evlenen genç bir kadın. Kocası öldükten sonra 20 milyon dolarlık bir servetin sahibi olmuş Sarah. Epeyce kanlı bir para. Vaktiyle küçük kızını da kaybetmiş olan Sarah, kocasının ölümünden sonra ne yapacağını bilememiş bu parayı. Bir ihtimal başında bir uğursuzluk olduğuna hükmettiğinden, asıl olarak da kayınpederinin ve kocasının pek de yüklenmedikleri vicdan azabının yükünden ne yapayım, ne edeyim derken dengesini de epey kaybetmiş. Falcılara, medyumlara başvurmuş. Demişler ki: Bu tüfeklerden çıkan kurşunlardan ölenlerin huzura kavuşması için “odalar” yaptıracaksın. Hiçe sayılan vücutlarının ruhunu kurtarmak için kendilerinin olacağı odalar. (Medyumların Virginia Woolf okudukları düşünülebilir).

Bunun üzerine Sarah, San Jose’de 80 hektarlık bir araziye, 83 yaşında ölene dek durmadan yaptırıp yıktırdığı bir daha yaptırıp bir daha yıktırdığı 160 odalı, 110 pencereli, 47 bacalı bir “yapı” inşa ettirmiş, hiçbir yere çıkmayan merdivenleri, hiçbir yere çıkmayan kapıları olan. Sarah’nın ruhlarla yemek yediği, dans ettiği, seviştiği bu “ev” bugün Amerikan kültürüne dahil edilmiş eksantrik bir yapı olarak değerlendiriliyor.

Vicdansız dünyanın kaybolmuş bir ruhu ruhlarla karışırken bize bir sanat yapıtı kalmış, isteyenin gidip ziyaret edebildiği.

Vicdan azabı, “bizim benzerimiz olduğunu hayal ettiğimiz bir başkasının başına gelen bir kötülüğün fikriyle birlikte olan bir kederdir.” Çoğu zaman hiçbir işe yaramaz çektiğimiz azap. Ne azap çeken ne de “bir başkası” için… Yalnızca vicdanlı ruhlara dayatılabilir vicdan azabı ve vicdan azabının yazdırdığı romanlar, şiirler, yaptırdığı resimler, besteler acı çekeni iyileştirmez.

21 Kasım 2010 Pazar

Y-YANGIN


Organlara (kalp, mide, bağırsak, akciğer, karaciğer…) kan taşıyan bütün damarların birtakım mühim noktalarında “Mohikanlar gibi” ateşler yakmış. (Yandığında “ateş” olur, “ateş yakılmaz” deme!) Yanıyor ki ne yanıyor. Alyuvarlar bilseler vücudun yüzde 90’ı sudur, söndürecekler. Neyse ki bilmiyorlar; çünkü meselemiz söndürmeden taşımaya çalışmak o yangını. Donarak ölmektense yanarak kül olmalı.

13 Kasım 2010 Cumartesi

3 Kasım 2010 Çarşamba

H-HEP KAZANIRSIN EY ÇÖZÜMSÜZLÜK!






















...

İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.

İki çay söylemiştik orda, biri açık,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiç bir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Seni o kadar yakından görünce
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Hızla geçen otobüslerin ardında benzeşmek..
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?..
Eşiklere oturmuş bir dolu insan
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

An ki fıskıyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

...

Cemal Süreya, 'Sevda Sözleri, 1984

2 Kasım 2010 Salı

H-HATANI AL DA GEL


Çok hata yapıyorum. Öyle böyle değil, bazen sonrasında bazen yaparken farkına varıyorum, çok hata yapıyorum. Düzelttiklerim, bir daha yapmayacağım deyip bir daha yapmadıklarım da var, bir daha yapmayacağım deyip tekrar tekrar yaptıklarım da. Bazılarına evet bu hata deyip, ama düzeltmeyeceğim, öyle kalsın diyorum. Yani hata yapmak kötü değil, düzeltmediklerimiz de… Ama gizlediklerimiz…

S-SIÇRAMA


Bob Beamon (uzun atlamacı), 1968 Meksika Olimpiyatları’nda 8.90 atlamış. 8 metre 90 santimlik mesafeyi havada kat etmiş. Ta 27 yıl sonra Carl Lewis geçebilmişti Beamon’ın rekorunu. 27 yıl havada asılı kalmış Beamon. Öyle iyi bir sıçrayış yapabilmesinin en mühim koşulu Beamon’ın, önce birkaç adım geri gitmesiydi. Önce birkaç adım geri gitmek gerekirmiş iyi bir sıçrayış için.

20 Ekim 2010 Çarşamba

G-GEMİLER UYANMASIN


Rodin’in ne boktan bir adam olduğunu anlamak için Camille Claudel’e bakmak, bir de John Berger’ın “Rodin ve Cinsel Egemenlik” (“O Ana Adanmış”) adlı denemesini okumak yeterli. Michelangelo’nun “Mermere sıkışan melek”ini andıran bir sözü var Rodin’in: “Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor.”

Kendimin fazlasını atınca geriye ne kalır? Daha hakiki bişey?.. Sanatçı da değiliz ki fazlanın fazla olduğunun farkına varalım. Hele bir de “fazilet”le aynı kökten gelmesi tereddüt ettiriyor, vardır bir hikmeti diye. Fazla oluyorsun…

Gemiler uyanmasın camlar buğulanmasın. Çok fazla…

N-NE DİYE?..


Şu âlemi yüce rabbim yarattıysa eğer, kendini Tanrı sanan akıllı bir şizofren şunu sorar: Üstelik bir de son okumasını yapmadan bolca tashihi olan kitap gönderdiğin (gönderdiğim), kalbimi (kalbini) darmadağın eden şu dünyayı, bu kadar mutsuzluğu ortaya çıkarmak uğruna o kutsal hiçliğini (hiçliğimi), mükemmel sessizliğini (sessizliğimi), ulaşılamaz dinginliğini(dinginliğimi) bozmaya ne diye kalkıştın (kalkıştım)?


Resim: 'Âdem'in Yaratılışı-Sistine Şapeli', Michelangelo Buonarroti, 1508-1512

19 Ekim 2010 Salı

Y-YAZAR

31 (“otuz bir”) gün daha idare etseydi resmi verilere (kafakâğıdı) göre bu âlemde yüz bir (“101”) yıl yaşamış olma (28 Kasım 1908-30 Ekim 2009) gibi sağlam bir rekora imza atmış olacak Claude Levi-Strauss, Yapısalcılığa temel oluşturan metinlerinden epey bir süre sonra bir gazetecinin röportaj önerisini “Eskiden çok daha iyi ifade ettiğim şeyleri tekrar söylemek istemiyorum” yanıtı vererek reddetmiş. Yorum yapmak ne haddimize.


“Yazar” olmaya hevesli iki “edebi” karakter… “Edebi”nin tırnak içinde olması kinaye falan değil, vurgu. Şöyle ki: “İlk röportajı”nda ne giyeceğini düşünüyor biri. İşin esprisi de var bir miktar ama hakikati daha fazla. Diğeri de hiç röportaj vermemeyi, Salinger falan gibi… Ürün?.. Yok henüz…


Tamam, insan nedir ki, biraz olan, biraz kurulan, bir miktar hayali bişey. “Olan” kısmını öne çıkarmak, onu didiklemek, ondan yola çıkmak hakikatine yaklaşmaya vesile. Kurulmuş, hayali kısmı da ne olmadığını görerek “olan”a yakınlaşmaya.


Bir roman gerçek bişeydir. Yazının halihazırda devri geçmemiş maddi ortamı kitap formatında basılmış bir roman “gerçek” bişeydir. Onun üzerinden kendinizi kurabilir, hayali bir varlık oluşturabilirsiniz. Ya da olduğunuz, onunla bağlı görünür olur. İlk röportajda ne giyeceğinizi ya da röportaj vermemeyi ürün üzerinden düşünebilirsiniz. Potansiyel ise hiçbir zaman olgu değildir, ihtimaldir ve umut ihtimalle ilgilidir, yani gelecek fikri potansiyelle diri tutulur. Ama olgu değildir. Ve uzun süre potansiyel olarak kalmak acı veren kasvetli bir haldir. Ertelenmiş olan acı verir.

Tırnak içinde “edebi”, bu yazar adaylarının hakiki mânâda birer “roman kahramanı adayı” olduğunu söylemeye çalışıyor. Yaptığıyla değil yapacağını varsaydığıyla kendini oluşturan insan, artık memleket topraklarında da hüküm sürüyor. Onu en iyi onlar anlatabilirmiş gibi. Kinetik enerjiye ihtiyaç var sadece.

18 Ekim 2010 Pazartesi

B-BATAKLIK



Gecenin karanlığında yanlış yola girip dizlerine kadar batınca çamura, en iyi ihtimalle küfredersin ahmaklığına, kaderine, o bataklığı başka yerde değil de orada icat eden doğaya, o doğayı böyle olduruveren Allah’a ve daha nicesine. Bu en iyi ihtimal... Bataklık dedik, öyle metafor falan değil, ağır ağır çekiyor içine. Artık birkaç dakikada mı, bir-iki saatte mi malum sona doğru gidiyorsun.

1-Tutacak bişey ararsın kurtarmak için kendini.
Hata! Daha çabuk batarsın debelendikçe.

2-Kaderine razı olup dua etmeye başlarsın.
Hata! Bu hayatı kurtaramayan sözcükler öte dünyada hiçbir işe yaramaz.

3-Kafanı kaldırıp gökyüzüne bak, o zamana kadar bildiğin bütün takımyıldızlarına yeni adlar ver. Üstelik başın dik kalır.

F-FRENCH KISS


Karşıma alsam bir kareyi, hasbıhal eyleyelim desem, anlatacağı en son şey dört açısının birbirine eşit olduğudur. Çok mu fazla, gün boyu taşıdığımız vücudumuzu hissetmediğimiz konuşmalardan bıkmış olmak, gözümüze kaçmış bir kirpik gibi cümleler duymayı beklemek; her zaman değil, arada, bazen, dilin en iyi işlevinin sadece Fransız öpücüğü olmadığını hissetmek.

H-HAPİSHANE


Kapıyı itip duruyorsun odadan çıkmak için. Açılmıyor. Dönüp duruyorsun odanın içinde sıkılarak, oflayıp puflayarak. Tekrar deniyorsun, daha bir güçle. Olmadı, bir omuz atıyorsun, belki kırılır diye. Yok, bana mısın demiyor (“Masa” gibi). Öfkeden duvarları tekmeliyorsun, pencereye gidip, atsam şurdan kendimi de kurtulsam diyorsun. Sonra, ertesi gün oluyor ve başlıyorsun yine zorlamaya. Çıkmak lazım, gitmek lazım, özgür olmak istiyorsun; hayat kaçıyor. (“kaçan kovalanır” hesabı). Tabii bir ertesi gün ve onun ertesi günleri de var. Bastiani Kalesi gibi, çıkmak o kadar kolay değil.

Çıkmak için, kilitli olmadığını anlamak için çekmek yerine itmeye çalışıyorsan o oda hapistir zaten. Ve bu mesel de zekânın önemine dair değil yalınlıkla ilgilidir. Zekâyı çok önemsiyorsan eğer aklın bir hapistir. Tünel kazmalı, en derine. Ya da…

P-POZ DEĞİŞTİRME


Partiler… Siyasal olanı değil, eğlenelim diye yapılanlar. “Parti veriyorum” Türkçeye ne kadar yerleşmiştir, bilmiyorum. “Sağ olun ben almiim” ise pek çok başka durumda da kullanılan yaygın ironik cevaplardan. Basit cevaplardan; reddedici olmaktan ziyade dışarıda kalmayı tercih ettiğini işaret eden...

Ben partilerden korkarım. Uyumsuz davranıp canımı ve canı sıkılmayanların canını sıkma ihtimalinden değil, “sağ olun ben almiim” diyemeyip orada olmayı şu ya da bu nedenle seçip uyumsuzluğu içe atıp saklayarak, erteleyerek, köşeli bir ayracın içinde tutarak katlanmayı becerebilmekten dolayı korkarım.

Parti insanlarından da korkarım. Yaşadıklarını hissedebilmek için kendi kendilerini kışkırtıp duran insanlar… Bir kısmı çok seksi ve çekici görünmek için, bazıları zeki ve nükteden olduklarını göstermek için (herkes kendinde olmadığını varsaydığının tersini mi göstermeye çabalar, olmayan üzerine hükmü olduğundan diğerinin olduğunu mu varsayar) didinip dururlar. Öyle midirler, değil midirler bunu anlamak zor. En azından benim için zor, iyi gözlemci olmadığımdan ya da başka şeyleri gözlediğimden herhalde. Ama o çaba, o çaba yok mu… Üstelik bunlar kabul edilebilir çabalar; ne kadar varlıklı ya da iktidarlı olduğunu gösterme çabalarını saymıyorum bile (eh, o kadar namus bende de var, bu çabaların mekânlarında olmayacak kadar bir ortodoksiyle sahibim çok şükür ki.).

Bir partiye gidiyorsanız pozunuzu değiştirmek zorundasınız. “Sağ olun ben almiim” seçeneğini kullanmadıysanız, sorarlar adama niye geldin, diye. “İkinci sınıf Camus kahramanları giremez” levhası asılmamışsa Camus’yü bilmediklerinden, hatta anlamadıklarından değil, uymadığından, eğlenceyi bozacağındandır. O zaman?.. Gitmeyeceksin ya da değiştireceksin pozunu, karşıdan değil de şöyle hafif bir yan duruş…En iyisi hiç vesikalık çektirmemek. Nicholai Hel gibi, kimse çekemesin fotoğrafınızı. Zor iş.

15 Ekim 2010 Cuma

E-EYLEM




















HÜLYALI GEMİ

Nehrin kıyısında durup,
sonra bir aşağı
bir yukarı
hızlı adımlarla...

Karşıya geçmemek,
bir türlü geçememek
öte yakaya…

Nasıl tayfa olacaksın
kıyısı olmayan okyanuslarda dolanan
hülyalı gemilere.

Şiirimi boş ver,
saat kulesine taş attım
ve durdurdum
ve şimdi başlıyor zaman.

Eylem! Eylem! Eylem!


Jacques Chausson, ‘Hermes’in Kanatlarında’, 1617


Resimler: Rene Boyvin, 1661; A. Lorenzetti’s Injustice, 1365

8 Ekim 2010 Cuma

SİNEK KIZI

Argia, Polinikes'in karısı.Kardeşiyle tutuştuğu savaşta düşmanla işbirliği yapan Polinikes aşağılanarak öldürüldü ve cesedi dini merasim yapılmadan yok edildi. Argia yıllarca kocasının cesedini aradı ve bu arayış sırasında pek çok aşağılanmaya maruz kaldı. Sonunda Polinikes'in cesedini bulunca gözyaşları ve öpücüklerle onu diriltmeye çalıştı. Bütün uğraşlarının boş olduğunu anlayınca Polinikes'in cesedini yakıp küllerini bir kaba koydu. Kabın içindeki küller Argonotların şefi İason tarafından Altın Post'u ararken geçtikleri Bosforus'ta denize serpildi. Rüzgârın havada uçurduğu küllerden Argia'nın gözyaşları Boğaz'a karışırken Polinikes'ten kalanlar karaya saçıldı. O zamandan beri çobanların, koyunlarını Polinikes'in küllerinin düştüğü yerde biten çiçeklerle beslediği söylenir.

25 Eylül 2010 Cumartesi

B-BÖYLE DEMİŞTİN


“Ân”ın geçmişin ve geleceğin içinde devinim halindeki zaman olduğu fikrine uzak olanlar ya geçmiş’in ya da gelecek’in mitleştirilmesine yaklaşan bir moebius sarmalında dönüp dururlar. (…) Geçmiş’e yakın duranlar “Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar” hisleriyle donakalıp ân’dan kaçarlar ki bunlara sözcüğün olumsuz anlamıyla nostaljik diyoruz. Romantizmin, muhafazakârlığın ve melankolinin temel duygusal yatırımı olan nostaljinin radikal reddi gelecek’in fethidir ve her tür radikalizmin ikametgâhı burasıdır. (…) Muhafazakâr fikriyatın söylemi “işte böyleydi”, mutlak bir hakikat gibi öne sürülür. Bu, gündelik hayatın nevrozunun dilinde “böyle demiştin” diye tercüme edilebilir. Israrla “önce” öne sürülür ve bugün kovulur. Bugüne ilişkin nesnel bakış tamamen askıya alınmıştır. Bireyin bütünlüğünü sağlayan kendi değerleriyle uyumlu olan süreçler dahi göz ardı edilir, geçmiş ısrarla bugünü sürgün eder: Böyle demiştin! (…) Söylenmiş olan yapılana önceldir, çünkü geçmişin imgesi “eyleyen” değil “sözel”dir.

'Ertelemenin Politik-Psikolojisi', Sigfried Telemann, 2007


Resim: 'Et in Arcadia Ego', Nicolas Poussin, 1630

B-BURADA HER ŞEY GERÇEKTİR












































'Corto Maltese'- Mu, Hugo Pratt, 1988

23 Eylül 2010 Perşembe

H-HAYAT BERBAT





















“…dudaklarımda bir alay hamile kadına düşük yaptırabilecek bir gülümsemeyle…”

(...)

“Fakirliğin farkına vardım, çünkü acıkmıştım.”

(...)

“Bu işlem tiksindiriyordu beni. Gerekliliğini hiçbir zaman anlayamamıştım. Gizlice tek başına bu işi yapmak, hadi neyse. Fakat birbirini tanımayan insanların restoran salonlarında olduğu gibi bir araya gelmeleri; ya da eş dost arasında, şölen veya aile yemeği ismini vererek toplanmaları, benim gözümde edepsizliğin dikâlâsıydı. …Elâlemin önünde alenen yemek yenmesi ne kadar eğlenceli ve trajikti, ne kadar da iğrenç.”

(...)

“Yeryüzünde evrenin seyredilebileceği noktayı bilseydim, oraya koşar, toprağa bir kazık sokar, ona asılır ve düşerken dünyayı da peşime katarak kendimi boşluğa atardım.”

'Hayat Berbat', Léo Malet, 1948

19 Eylül 2010 Pazar

O-O ANA ADANMIŞ






















“...eğitimi... sanatçıya toplumsal olarak uzlaşmaya varılmış bir dizi hüner kazandırmıştır.”

(...)

“Estetik gücün şemaları, ekonomik gücün amblemleri olmaya uygun düşüyordu.”

(...)

İlkel ile Profesyonel


“Max Raphael, tüm sanatın amacının ‘nesneler dünyasını parçalamak’ ve bir değerler dünyası kurmak olduğunu söylemiştir. Marcuse sanattan, bu haliyle dünyanın ‘toptan reddedilişi’ diye söz eder.”

(...)

“Özgürlük arayışımız genişlemekte, onu yaşayışımızsa daralmaktadır.”

(...)

Magritte ve Olanaksızlık

“Kentin zamanı -ücretli saatlerin zamanı- her eve egemendi.”

(...)

“Gelecek olan, kazanılacak-olan, var olanın içini boşaltır.”

(...)

Ralph Fasanella ve Bir Kentin Duyumu


“Yaşarken, kendinden önce ve sonra gelen tüm anları dışta bırakan an, hemen herkes için bedensel acı anıdır.”

(...)

Francis Bacon ve Walt Disney


“...gösterinin amaçları simgeseldir : hemen hiç kullanılmayan bir gücü gösterir”

(...)

“Gerçek şudur ki kitle gösterileri birer devrim provasıdır : stratejik hatta taktik provalar değil, devrimci farkındalığa ulaşma provaları.”

(...)

Kitle Gösterilerinin Doğası


“O bir tek insanın taşıdığı olanakların dünyadaki simgesiydi.”

‘Che’ Guevara



'O Ana Adanmış', John Berger, 1988

B-BİTİK ADAM

















İnsanlara baktığımızda yalnızca sakatları görürüz.

(...)

Aslında bizi birbirimize dostluğumuzun duygusallık taşımaması bağlıyordu.

(...)

Elli yaşımızı geçtikten sonra kendimizi hain ve karaktersiz buluruz. (…) Nedeni elli yaşındaki birinin elli yaşını geçince duyduğu sınırı aşma utancıdır.

(...)

Aynı şeyi her zaman bambaşka bir şeymiş gibi içime alma sanatına sahiptim, bunu çok geliştirmiştim.

(...)

Tüm yaşamımız boyunca acemilikten kaçarız, ama o bize hep yetişir ve bizi geçer, diye düşündüm ve biz bu acemilikten kurtulmak için ömür boyu büyük yoğunlukla çabalarız, ama o bizi hep geçer.

(...)

Sonunda kendi başarızlığına âşık oldu, hatta vuruldu diye düşündüm.

(...)

Kendi kendime Wertheimer’in herhalde aslında mutlu olduğunu, çünkü mutsuzluğunun hep bilincinde olduğunu, mutsuzluğundan sevinç duyabildiğini söyledim. (…) çünkü çoğu kişiyi biz mutsuzluklarını ellerinden alarak mutsuz kılarız.

'Bitik Adam', Thomas Bernhard, 1983

K-KATI OLAN HER ŞEY BUHARLAŞIYOR



















“...bizler, kendimizi bugün kendi modernliğinin köklerinden kopmuş bir modern çağın ortasında buluyoruz.”

(...)

“Rousseau ’moderniste’ sözcüğünü 19. ve 20. yüzyıllarda kullanılacağı biçimiyle kullanan ilk kişidir.”

(...)

“...toplumun yepyeni güçlerinin iyi işlemesi için ancak yepyeni insanlar tarafından yönetilmesi gerekir...” (Marx)

(...)

“...modernliğin diyalektik devinimi ironik bir biçimde kendi itici gücüne, burjuvaziye karşı döner.”

(...)

“...modernizmin ayırt edici özelliklerinden biri de bizzat soruları soranlar ve verdikleri yanıtlar sahneden çekildikten sonra bile soruların havada yankılanır kalmasıdır.”

(...)

“...tarih bütün kostümlerin saklandığı bir depodur.”

(...)

“(modernliğin 19. yüzyıldaki eleştirmenleri) hepsi de modern bireylerin bu yazgıyı anlayacak ve bir kez anladılar mı onunla mücadele edecek yetide olduğuna inanıyorlardı. ...Modernliğin 20. yüzyıldaki eleştiricileriyse, diğer insanlarla böylesi bir duygudaşlıktan ve insanlara inançtan tümüyle yoksundur.”

(...)

“...çağdaş dünyada hiç kimse ‘dışarıda’ değildir ve olamaz.”

(...)

“...(modern yazar) topluma sırtını döner ve tarihin ya da toplumsal hayatın süreçlerinden geçmeksizin karşılaşır nesneler dünyasıyla.”

(...)

“(modernizmi sadece bir dert gibi gören düşünceye dair) iki yüzyıldan beri modern hayatın temel olguları haline gelmiş ‘tüm toplumsal ilişkilerin kesintisiz sarsılışını, bitmek bilmeyen belirsizlik ve heyecanı’ hesaba katmaz.”

(...)

“Faustvari tasavvur ve tasarımlara yaşlı Goethe’nin çağında bir yer bulmak istersek, bu yer o çağın ekonomik ve toplumsal gerçekliğinde değil, radikal ve Ütopyacı hayallerindedir, dahası, o çağın kapitalizmi içinde değil sosyalizmi içindedir.”

(...)

“...burjuva toplumunun inşa ettiği her şey yıkılmak üzere inşa edilmekte. ‘Katı olan her şey’ –sırtımızdaki giysilerden onları dokuyan tezgâh ve makinelere, makinelerin başında çalışan insanlara, işçilerin yaşadığı ev ve mahallelere, işçileri sömüren şirketlere, kasabalara, şehirlere, koca koca bölgelere ve onları içine alan uluslara kadar- bütün bunlar ertesi gün yıktırılmak, dağıtılmak, parçalanmak, yerle bir edilmek üzere yapılıyor. Öyle ki ertesi hafta yeniden işlenebilsin ve bütün bu süreç, inşallah sonsuza değin, tekrar tekrar, çok daha kârlı şekillerde devam etsin”

(...)

“...akla gelebilecek her türden insan davranışı ekonomik açıdan mümkün, ‘değerli’ olduğu açıdan itibaren ahlaki açıdan kabul edilebilir hale gelir; kazanç sağladıktan sonra her şey uyar.”

(...)

“...bir komünist nihilizm, daha çekici ve ilginç olmakla birlikte, burjuva selefinden çok daha sarsıcı ve parçalayıcı da olabilir; çünkü kapitalizm modern hayatın sonsuz imkânlarını en alt çizgide durdururken Marx’ın komünizmi, özgürleşmiş benliği sınırsız insani uzamlara yollayabilir.”

(...)

“Burjuvazi şimdiye kadar onurlandırılmış ve hürmetle karşılanmış tüm etkinlikleri çevreleyen haleyi çekip aldı. Doktoru, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilgi adamını ücretli işçiye dönüştürdü.”

(...)

“Modern profesyoneller, entelektüel ve sanatçılar, proletaryanın mensupları olduklarından ancak iş bulabildikleri müddetçe yaşarlar ve... ancak emekleri sermayeyi artırdığı müddetçe iş bulabilirler. Kendilerini parça parça satmak zorunda olan bu işçiler diğer her ticari mal gibi birer metadırlar dolayısıyla rekabetin iniş çıkışlarına, piyasanın dalgalanmalarına tabidirler. Bu yüzden, ancak sermayesi olan birileri onlara para verdiği sürece kitap yazabilir, resim yapabilir, fizik ve tarih yasaları keşfedebilir, hayatlarını idame ettirebilirler. Ama burjuva toplumun baskıları o düzeydedir ki karşılığını vermeden, yani eserleriyle şu veya bu şekilde ‘sermayeyi artırmadan’ kimse onlara para vermez. Onların beyinlerini sömürerek kâr sağlamaya istekli bir işverene ‘kendilerini parça parça satmak’ zorundadırlar. Kendilerini en kârlı şekilde arz edebilmek için uğraşıp didinmeleri gerekir; sırf çalışmalarını sürdürebilmek için satın alınma imtiyazı uğruna (çoğu kez amansız ve acımasızca) rekabet etmek zorundadırlar. Eser tamamlandığında onlar da, diğer tüm işçiler gibi kendi emeklerinin ürününden koparılmış olurlar. Malları ve hizmetleri satışa çıkarılır ve yazgılarını belirleyen içkin bir hakikat, güzellik veya değerden yoksunluk- değil, ‘rekabetin iniş çıkışları, piyasanın dalgalanmaları’ olur. Marx, büyük düşünce ve eserlerin piyasa gerekleriyle engelleneceğini ummaz: Modern burjuvazi düşünceden kâr sağlama konusunda son derece kaynak yaratıcıdır. Gerçekte olan şudur: Yaratıcı süreçler ve ürünler yaratıcılarını dehşete sürükleyecek biçimlere dönüştürülür ve kullanılır. Ama yaratıcıları buna karşı koyamaz, çünkü yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Entelektüeller işçi sınıfı içinde kendilerine özgü bir konum işgal ederler: Bir yandan özel imtiyazlar, ama bir yandan da özel ironiler doğuran bir konumdur bu. Burjuvazinin sürekli yenilik yaratma talebinden kazanç sağlamaktadır. Bu onların ürünleri ve yeteneklerinin satışa çıktığı pazarları genişletir. Çoğu kez yaratıcı cesaret ve imgelemlerini teşvik eder ve –yeterince açıkgöz ve beyinlerine duyulan ihtiyaçtan faydalanabilecek kadar şanslılarsa-işçilerin çoğunluğunun içinde yaşadığı müzmin sefaletten kurtulmalarını sağlar. Öte yandan –yabancılaşmış ve kayıtsız olan çoğu ücretli işçinin aksine- çalışmalarıyla kişisel bağları olduğu için pazardaki dalgalanmalar onları çok daha derinden etkiler. ‘Kendilerini parça parça satarken’ sadece fiziksel enerjilerini değil zihinlerini, duyarlıklarını, en derin hislerini, düş ve hayal güçlerini, neredeyse her şeylerini satmaktadırlar. Goethe’nin ‘Faust’u dünyada bir şeyleri değiştirebilmek için ‘kendini satmak’ zorunda olan entelektüelin arketipini sunar bize. Faust aynı zamanda entelektüellere mahsus ihtiyaçlar karmaşasını da cismanileştirir: Onları harekete geçiren güdü, sadece tüm insanlarla paylaştıkları hayatlarını idame ettirme ihtiyacı değil, aynı zamanda iletişimde bulunma, diğer insanlarla birlikte olma arzusudur. Fakat kültürel emtia piyasası kamusal ölçekte bir diyaloğu gerçekleştirmek için tek bir medya sunmaktadır: Bir düşüncenin modern insanlara ulaşabilmesi ve onları değiştirebilmesi için pazarlanması ve satılması gerekir. Dolayısıyla, entelektüellerin piyasaya bağımlı olmalarının tek nedeni karın doyurmak değildir. Tinsel beslenmeleri için de buna muhtaçtırlar –ki beslenmeleri için piyasaya tam olarak güvenemeyeceklerini de bilirler.”

(...)

“En yıkıcı fikirlerin bile piyasanın aracılığıyla ortaya çıkmak zorunda olduğunu gördük. Bu fikirler insanları cezbedip etkiledikçe piyasayı da genişletip zenginleştirecek ve böylece ‘sermayeyi artıracaktır’ İmdi Marx’ın burjuva toplumuna ilişkin görüşü doğruysa bunun devrimci düşünceler için pMmm oazar yaratması hiç de ihtimal dışı değil. Bu sistem sürekli devrim, kıpırdanış, kışkırtma gerektirir: Esnekliğini ve cevvaliyetini koruyabilmesi için; yeni enerjileri sahiplenip massedebilmesi, yeni etkinlik ve büyüme zirvelerine ulaşabilmesi için daima ileri itilmesi ve zorlanması gerekir. Bunun anlamı da kapitalizme karşıt olduğunu ilan eden insan ve hareketlerin pekâlâ kapitalizmin ihtiyaç duyduğu türden birer uyarıcı olabileceklerdir. Burjuva toplumu, gerek vazgeçilmez yıkma ve geliştirme güdüsü, gerekse yarattığı vazgeçilmez ihtiyaçları tatmin etme ihtiyacından ötürü, kaçınılmaz olarak, onu yıkmayı amaçlayan radikal düşünce ve hareketleri üretmektedir. Ama gelişme kapasitesi kendi iç olumsuzluklarını olumsuzlamasını da mümkün kılar: Karşıtlıkla beslenmesi, baskı ve kriz içindeyken huzur içinde olduğundan daha güçlü olmasını; husumeti dostluğa, düşmanlarını zoraki müttefiklere dönüştürmesini mümkün kılıyor.”

(...)

“...Marx’ın bütün dünyayı dev bir atölyeye dönüştürmek istediği...(Adorno)”
“Çoğu kez en ciddi yazarların yazdığı birçok modern yazı büyük ölçüde bir reklam metnine benzemektedir.”

(...)

“Söz konusu hikâye M. Balzac’la ilgilidir (ve kim böyle büyük bir dehaya ilişkin bir anekdotu, ne kadar önemsiz olursa olsun, dinlememezlik eder): Bir gün kendini güzel bir resmin –kırağıyla ağırlaşmış, serpiştirilmiş birkaç kır evi ve orta halli köylülerle bezeli, melankolik bir kış sahnesi- önünde durur ve ‘Nasıl da güzel’ diye bağırır, ‘Ama ne yapıyorlar o kır evinde? Neler düşünürler? Üzüntüleri nedir –Bu yıl hasat iyi miydi acaba? Hiç şüphesiz ki ödeyecek faturaları var” (Aktaran Baudlaire)

(...)

“Bulvarlar onları dolduran insanlara neler yaptı, peki? Baudlaire en çarpıcı etkilerinden bazılarını gösterir bize. ‘Yoksulların Gözleri’ndekiler gibi, âşıklar için bulvarlar yeni bir sahne yaratmıştı: Kamunun içinde özel olabilecekleri, fiziksel olarak yalnız kalmadan baş başa olabilecekleri bir mekân. Muazzam ve sonsuz akıntısına kapılıp bulvarda dolaşırken kendi aşklarını her zamankinden daha canlı biçimde, dönen bir dünyanın tek sabit noktası olarak algılayabiliyorlardı. Gelip geçenlerin kalabalığında fantezi peçelerini aralayabilirlerdi: kimdi bu insanlar, nereden geliyor, nereye gidiyorlardı; ne istiyor, kimi seviyorlardı? Başkalarını gördükçe ve kendilerini onlara gösterdikçe –genişlemiş ‘gözler ailesi’ne katıldıkça- kendilerine ilişkin tasavvurları da zenginleşiyordu.”

(...)

“19. yüzyıl kentselliğinin ayırt edici işareti bulvardı, patlamaya açık maddi ve insani güçleri bir araya getiren bir araç; 20. yüzyıl kentselliğinin köşe taşıysa otoyol oldu, yani onları darmadağın etmenin aracı. Garip bir diyalektik görüyoruz burada. Modernizmin bir tarzı diğerini yok etmeye çalışarak harekete geçiyor ve kendini tüketiyor. Üstelik bunlar hep modernizm adına yapılıyor.”

(...)

“Rusya’nın azgelişmişlik çağının en göze çarpan özelliklerinden biri, topu topu bir kuşağın ömrünü kapsayan bir zaman akışında dünyanın en büyük edebiyatlarından birini yaratmış olmasıdır.”

(...)

“...hiddet ve nefret mesajının altında düşmanın sevgisini kazanmayı isteyen aşağılık özlemi yatmaktadır.”

(...)

“...modernleşme sürecinin henüz kendini bulmadığı, görece geri ülkelerde modernizm fantastik bir karaktere bürünür. Çünkü toplumsal gerçeklikle değil fantazilerle, seraplarla, düşlerle beslenmek zorunda kalmıştır.”

(...)

“Çoğu kez süren ve büyüyen modernliğin bedeli sadece ‘geleneksel’ ya da ‘modern öncesi’ kurum ve çevrelerin değil –işte asıl trajedi burada- bizzat modern dünyanın en canlı, en güzel şeylerinin de yıkımı oluyor.”

(...)

“Bu çağın ruhundan doğmuş birçok yaratı gibi park yolun anlamı ve güzelliği, Versailles şatosunda olduğunun aksine, tek bir gözlem noktasından kavranamaz. Ancak hareket ederek, trafik kurallarının elverdiğince bir yol üzerinde giderek görülebilir. Dönemimizin mekân-zaman duygusu en iyi araba sürerken hissedilebilir.”

(...)

“Dostoyevski ‘insanlığa’ duyulan sevginin, gerçek insanlara duyulan nefretle birlikte gitmesinin modern politikanın ölümcül tersliklerinden biri olduğu konusunda uyarmıştı bizi.”

(...)

“Ben bir yurtseverim –Brooklyn 14. Sokak yurtseveri, burada büyüdüm. Amerika Birleşik Devletleri’nin geri kalanı bir fikir, tarih ya da edebiyattır benim için. Bunun dışında yoktur.” (Henry Miller)

(...)

“Geçmiş modernizmlerin çoğu kendilerini unutuş yoluyla bulmuştu. 1970’lerin modernistleriyse kendilerini anımsayarak bulmak zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı.”


'Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor', Marshall Berman, 1982

18 Eylül 2010 Cumartesi

K-KÖTÜ ÇOCUK TÜRK






















“…arzuyla doyumu arasındaki gerilimden pekâlâ haz da alınabileceği…”

(...)

“Bastırılmış olan geri dönmüştür evet, ama bastırıldğı biçimiyle değil.”

(...)

“Arzuyu önündeki mutlak engelle tanımlayan, bu sayede ona bütünsel bir yapı kazandıran, her bir tek isteği bir büyük kültürel talebe, bir dünya meselesine dönüştüren hikâye ortadan kalkmıştı.”

(...)

“Ben de isterem… Her şeyi istiyoruz, hemen şimdi.”

(...)

“Türkiye’nin yakın tarihinde kısa sayılabilecek bir süre içinde, merkezinde adaletin durduğu bir talepler toplamından, merkezinde özgürlüğün durduğu bir talepler toplamına geçildi.”

(...)

“…ölümden söz etmenin kamusal dili, onu tümüyle dışsal bir travma olarak ele alan, yabancı ama uyarıcı bir afete dönüştüren pornografik bir dildi.”

(...)

“Ölüm hayatımızdan kovulurken ondan boşalan yeri cinsellik almış, ya da cinsellik tabu olmaktan çıkınca onun yerine ölüm tabulaştırılmıştır.”

(...)

“Çocuk hem masumiyeti, bozulmamışlığı ve saflığıyla bir özlem nesnesidir; hem de doğumundun başlayarak terbiye edilmesi, bir bilgi ağıyla kuşatılması gerektiğine göre aslında yırtıcı, vahşi ve tehlikeli bir doğaya sahiptir.”

(...)

“…Atay’ın benimsediği romantik tersine çevirme de –çocuk toplumlarda bir saflık, bir samimiyet, bir bozulmamışlık görme, oradaki sıcaklığa, çocuksu gurura sığınma ihtiyacı da- kendini bir kez daha Batı’nın tuttuğu aynada görmek demektir…”

(...)

“…Anlatılınca ‘söylem’ olur, bunun farkındadır yazar; ama anlatılan da bir söylem hatasından ibaret değildir, bunun da farkındadır.”

(...)

“…Suad yabancı idealleri benimsediği için değil, Dostoyevki’den gelme bir karakter olduğu için değil, ‘çeviri’ bir intiharla canına kıydığı için de değil, kendi kaçınılmaz gecikmişliğinin yeterince farkında olmadığı, bu zorunlu devralınmışlıkla yüzleşmediği için, yani Tanpınar bunu bir roman malzemesine dönüştürmediği için eğreti bir karakterdir. Bu yüzden bir iç sesi yoktur. Sanki bünyemizi fazlasıyla yansıttığı için, yazarı onu ‘bünyemize aykırı’ bir fikir olarak erkenden safdışı etmiştir.”

(...)

“…eleştirmen daha ilk cümlede nesnesinden esirgenmiş olan doluluğa işaret eden, her şeyin sahicisinin dolu dolu orada, ‘dışarıda’ olduğunu söyleyen, edebiyatta dış borçlanmanın kaydını tutan bir Batılı gözlemciye dönüşmüştür.”

(...)

“…özgünlük arzusunun ardındaki milliyetçi refleks…”

(...)

“…bizim kendimizi sahici hissedebilmemizin yegâne teminatıdır züppenin varlığı.”

(...)

“…orada gördüğümüz karikatür, kendi arzularımızın tatsız bir karikatürü olduğu için bizde öfke uyandırıyordur.”

(...)

“(roman) ‘novel’…yenilik.”

'Kötü Çocuk Türk', Nurdan Gürbilek, 2001

Y-YERDENİZ BÜYÜCÜSÜ



















“...şahinin çağrıldığında gelmesini sağlayan asıl ismini öğretti.”

(...)

“-Ama daha hiçbir şey öğrenmedim
-Çünkü benim ne öğrettiğimi henüz keşfedemedin.”

(...)

“Duyabilmek için susmak gerekir.”

(...)

“...güce sahip olup da onu kullanmayacak kadar akıllı olmanın...”

(...)

“Göz göze geldiklerinde, ağacın dallarında bir kuş ötmeye başladı. O anda kuşun şarkısını, çeşmeden havuza dökülen suyun dilini, bulutların biçimlerini, yapraklar arasında dolanan rüzgârın başını ve sonunu anladı: Kendisinin de, güneş tarafından söylenmiş bir söz olduğunu hissetti.”

(...)

“...yıllarını yavaşça kullandığı için....”

(...)

“Bu taşı bir elmas yapabilmen için onun gerçek ismini değiştirmen gerekir.”

(...)

“...büyü denen şey bundan oluşuyordu, yani bir şeyi gerçek ismiyle adlandırmaktan. ...Birçok güçlü büyücü tüm hayatlarını, bir tek şeyin arayarak geçirirler; tek bir gizli veya kaybolmuş ismi arayarak.”

(...)

“...büyücü olduğunda, bu oyunun bedelinin, oynarken gerçekten uzaklaşıp, benliğini kaybetme tehlikesi olduğunu öğrendi. Bir insan, kendine ait olmayan bir biçimde ne kadar uzun süre kalırsa, tehlike o kadar büyük olurdu. ...Büyücü bu işi o kadar sık yapıyormuş ki, içindeki ayı büyümüş ve adam ölmüş; sonunda gerçekten bir ayı olmuş ve ormanda kendi küçük oğlunu öldürünce, halk tarafından yakalanıp öldürülmüş.”

(...)

“...saygısını belirtmek için gözlerini elleriyle kapadı.”


'Yerdeniz Büyücüsü', Ursula K. Le Guin, 1968

17 Eylül 2010 Cuma

M-MÜHÜRLENMİŞ ZAMAN





















“Gelişmeyen, nerdeyse durgun bir karakterde, ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür. ... Benim bütün ilgim, görünüşte dingin, ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.”
“Kullanıma açık olan tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. Karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun, fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır.”

(...)

“Güzel, gerçeğin peşinde koşmayanlardan kendini gizler”

(...)

“Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir.”

(...)

“... filmin temel taşı, olgusal biçimleri ve görüntülere içinde kaydedilmiş zamandır.”

(...)

“... insan yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider.”

(...)

“Özgün estetik ölçütlerin varlığı uyanmakta olan bir bilince işaret eder.”

(...)

“Zevkleri incelmiş, iç dünyası zengin bir insan için ise kalıplaşmış, sözüm ona ‘nesnel’ bir yargı olamaz”

(...)

“İyi yazabilmek için önce dilbilgisi kurallarını unutmak gerekir.”

(...)

“Bir filmi yapma düşüncesine nereden gelindiğinin asla unutulmaması...”

(...)

“Hayır, ‘arayış’ ya da ‘deneysellik’ gibi sözleri sanatla bağdaştırmaya çalışmaktan daha saçma bir şey olamaz. Bu sözlerin ardında güçsüzlük, kofluk, hakiki bir yaratıcı bilincin eksikliği ve acınacak bir kibirlilik yatıyor. ‘Arayış içinde olan sanatçı’ : Bu sözlerin ardında ne de cansız bir küçük burjuva zavallılığı yatar. Sanat, bir bilim değil ki deney yapmaya izin versin. Deney yalnızca deney düzeyinde kalırsa, yani her sanatçının bir filmi tamamlamak için aşması gereken o sanatçıya özgü çalışmanın bir aşaması olarak kalmazsa, o zaman sanatın asıl hedefine ulaşılamamış olur.”

(...)

“...sanat alanında bir insan başka bir insandan nasıl daha ileride olabilir?”

(...)

“Bir planda zaman akışını sezemediğimiz bir film asla düşünülemez”

(...)

“Her türlü sanatın kaçınılmaz olarak kurguya başvurduğu, yani bölüm ve parçalar arasında bir seçme yapıp sonra onları yeniden bir araya getirdiği sık sık tekrarlanan doğru bir sözdür. Film görüntüsü ise yalnızca çekim çalışmaları sırasında oluşur ve bir planın içinde varlığını korur. Bu yüzden çevirim aşamasında, planın içindeki zaman akışına çok özen gösterir, bu akışı eksiksiz bir şekilde yeniden inşa edip sabitleştirmeye dikkat ederim. Kurgu ise, yalnızca zamanı artık belirlenmiş planları düzenler, bu planlardan, damarlarında canlılığın güvencesi olan zamanın değişik ritimler içinde pompalandığı filmin canlı organizmasın yaratır.”

(...)

“ Kurgu kesimi ve yapısı, sanıldığının aksine, filmin ritmini doğurmaz. ...Filmin ritmini, kurgulanmış planların uzunluğu değil, onların içinde geçen zamanın yarattığı gerilim belirler. ... Filmde zaman, kurgu sayesinde değil, ona rağmen akıp gider”

(...)

“Nasıl durmaksızın akan ve değişen hayat her insana, her bir anı kendince hissetme ve kendince anlamlı kılma olanağı tanıyorsa, bir film şeridinde kusursuz bir şekilde sabitleştirilmiş, ama çekimin sınırlarından taşan bir zaman onun içinde yaşayabiliyorsa zaman içinde yaşayabilir.Sinemanın özgünlüğü işte bu karşılıklı etkileşimde yatar.”

(...)

“...Zamanın örtüsü altından çıkabilme yeteneği...”

(...)

“Sinema doğası gereği nostaljiktir.”

(...)

“Sanat doğası gereği aristokrattır ve dolayısıyla halkın arasında bir tür seçmeye başvurur.”

(...)

“...Ayzenştayn’ın kurgu diktası da bence, sinemanın özgün etkisinin genel temellerini zayıflatır... Bu yöntem, edebiyat ve felsefeden farklı olarak sinemanın özgün algılanış biçimi sayesinde sunduğu en büyük imtiyazı, seyircisinin elinden almaktadır; yani seyircisini beyazperdede olup bitenleri kendi yaşamı olarak algılama, zamanı dondurulmuş bir deneyimi en kişisel deneyim olarak devralma ve kendi hayatıyla perdede gösterilen arasında bir ilişki kurma olanağından mahrum bırakmaktadır.”


'Mühürlenmiş Zaman', Andrey Tarkovski

16 Eylül 2010 Perşembe

A-AÇIK DÜŞMAN




















“Dünyada başka insanları yargılayarak, hem de kendilerini tehlikeye atmadan yargılayarak hayatlarını kazanacaklarını bilen on sekiz yaşında insanlar var.”

(...)

“Eğer dünya hakkında bir şeyler –pek büyük bir şey değiil- anlamak istiyorsak, hınçtan kurtulmak grekir.”

(...)

“...erkeklik, genç kızın ya da kadının bekâretin bozmaktan çok korumak için bir melekedir.”

(...)

“Simgeler, olacak olan bir eyleme değil, olmuş olan bir eyleme gönderme yaparlar, çünkü yapılan her eylem (devrimci eylem) daha önceden bilinen örneklerden gereği gibi yararlanamaz. Onun için de tüm devrimci edimler dünyanın başlangıcının o tazeliğine sahiptir.
Fakat simgesel bir hareket veya hareketler bütünü şu anlamda idealisttir: o hareketleri yerine getiren ya da simgeyi benimseyen insanları hoşnut kılarak, onların geri döndürülemez güçte gerçek edimler gerçekleştirmelerini önler.
Simgesel bir tutum hem liberal vicdan rahatlığı hem de devrim için her şeyin denendiğine inandıran bir durumdur. Gerçek ve görünüşte ufak çaplı edimler yerine getirmek, teatral ve gereksiz gösterilerden daha iyidir.”

'Açık Düşman', Jean Genet, Metis Seçki, 1994, Hazırlayan ve çeviren Sosi Dolanoğlu

13 Eylül 2010 Pazartesi

Z-ZARİF ŞİİR















Sultan


Seçkin bir kimse değilim
ismimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme

Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme

Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum


A.Cahit Zarifoğlu

12 Eylül 2010 Pazar

5-5 NUMARA


















1-Çingene Hatçe ve iki oğlu
2-Biz
3-Tuvalet
4-Mutfak
5-Hürcan ve annesi
6-Abiye, Elife, Ayhan, Ömer
7-Hmmm… Adlar?..
8-Halil
9-?





















10-Kemal-Sema
11-“Dayı”, “Eyüpsultan Leyleği”, “Cellobok”
12-Bedriye-Naci!
13-Tuvalet
14-A-Balkon





















14-B-“Okundu”ya teşvik
15-Tevfikan
16-Suzan-İbrahim

Y-YÖN BULMA

Satürn Yıldızı Altında - Susan Sontag


Portre fotoğraflarının çoğunda aşağıya doğru bakıyor, sağ eli yüzüne dayalı. Bildiğim en eski portre fotoğrafı onun 1927’deki halini -35 yaşında o zamanlar- gösteriyor; geniş alnına dökülen siyah kıvırcık saçlar, dolgun alt dudağının üstüne inen bir bıyık: Genç, neredeyse yakışıklı. Başını öne eğdiği için ceketinin omuzları kulaklarının ardından başlıyormuş gibi görünüyor; başparmağı çenesine yaslanmış; elinin geri kalan bölümü işaret parmağıyla orta parmağı arasına sıkıştırılmış sigarasıyla bütün çenesini kaplıyor; gözlüklerinin ardından aşağı yönelmiş bakışları –bir miyobun yumuşak, düşlü bakışları- fotoğrafın sol alt kıyısından ötelere dalmış gibi görünüyor
1930’lu yılların sonuna doğru çekilmiş bir fotoğrafta kıvırcık saçları pek dökülmemiş ama gençlikten ve yakışıklılıktan eser kalmamış: Yüzü genişlemiş, göğsünün üst kısmı yalnızca şişkinleşmekle kalmamış, bir ağaç gövdesi gibi irileşmiş, devleşmiş. daha da kalınlaşmış bıyığıyla başparmağı avucunun içine saklanmış tombul eli, ağzını örtüyor. Bakışlar mat ya da daha içe dönük: Bir şeyler düşünüyor –ya da dinliyor. (Benjamin, Kafka üzerine yazdığı makalede “kulak kesilip dinleyen insanın gözleri görmez,” der.) başının ardında kitaplar var.
1933’ten sonra Danimarka’da sürgünde yaşayan Brecht’e yaptığı birkaç ziyaretin sonuncusunda, 1938 yazında çekilen bir fotoğrafta, Brecht’in evinin önünde duruyor; 46 yaşında, beyaz gömlekli, kravatlı, üzerine saat kordonu sarkan pantolonunun içinde yaşlı bir adam: Gevşek, şişman bir insan haşin gözlerle kameraya bakıyor.
1937’den kalma bir fotoğraf Benjamin’i Paris’te Bibliothèque Nationale’de gösteriyor. Ondan biraz uzaktaki masada yüzleri görünmeyen üç adam oturuyor. Benjamin sağ ön köşede oturmuş, muhtemelen Baudelaire ve on dokuzuncu yüzyıl üzerine, on yıldan beri üzerinde çalışmakta olduğu kitabı için notlar alıyor. Masada sol eliyle açık tuttuğu bir kitaba bakıyor –gözleri görünmüyor- fotoğrafın sağ alt köşesine bakıyor gibi.
Yakın dostu Gershom Scholem, Berlin’de 1913’te siyonist gençlik grubu ve 21 yaşındaki Benjamin’in liderliğini yaptığı Hür Alman Öğrenciler Birliği’nin Yahudi üyeleri arasındaki toplantıda Benjamin ile ilk karşılaşmalarını şöyle anlatıyor: “Dinleyicilere bir kere bile bakmadan gözlerini tavanda uzak bir köşeye dikerek ve bakışlarını o köşede yoğunlaştırarak, önceden hazırlık yapmadığı halde, hatırladığım kadarıyla neredeyse baskıya hazır bir biçimde konuşuyordu.” (1)
Benjamin, Fransızların un triste(*b) dedikleri şeyin ta kendisiydi. Scholem, onun gençken “olağanüstü hüzünlü” bir hali olduğunu söylüyor. Benjamin ise kendisini bir melankolik olarak görüyor, modern psikolojik tanımları küçümseyip geleneksel astrolojik inançları yeğleyerek şöyle diyordu: “ben Satürn yıldızının altında dünyaya geldim –devrini en geç tamamlayan yıldızın, gecikmeler ve yörünge kaymaları gezegeninin altında…”(2) Onun ana tasarıları, Alman Barok tiyatrosu üzerine 1928’de yayımlanan kitabı (trauerspiel: tam anlamıyla, yas-oyunu) ve hiçbir zaman tamamlayamadığı 19. Yüzyılın Başkenti Paris adlı çalışması, bu yapıtların melankoli kuramına ne kadar dayandığı iyice kavranmadıkça tam olarak anlaşılamaz.
Benjamin önemli konuların hepsine kendini, mizacını yansıtmış ve üzerine yazı yazmayı seçtiği şeyleri bu mizaç belirlemiştir. On yedinci yüzyıl Barok oyunları (“saturnine acedia”nın(*c) değişik yüzlerini dramatize eden oyunlar) ve yapıtlarını büyük başarıyla değerlendirdiği yazarlar –Baudelaire, Proust, Kafka, Karl Kraus- gibi, işlediği konularda gördüğü bu mizaçtır: Benjamin, Satürn öğesini Goethe’de bile bulmuştur.(3) çünkü Goethe’nin gönül bağları kitabı üzerine İngilizce’ye hâlâ çevrilmemiş büyük denemesinde, bir yazarın yapıtlarının, hayatının ışığında yorumlanmasına karşı çıkan polemiğe rağmen Benjamin, metinler üzerinde derin düşüncelere dalarken yazarın hayatından, melankoliklik ve yapayalnızlık niteliklerini açığa çıkaran bilgileri seçerek yararlanmıştır. (nitekim Benjamin, Proust’un “dünyayı kendi girdabına çeken yalnızlık”ını betimler; Kafka’nın da Klee gibi temelde nasıl “yapayalnız” olduğunu açıklar; Robert Walser’e özgü o “hayatta başarılı olmanın dehşeti”ni anlatır.) Hayat, yapıtı açıklamakta kullanılamaz. Ama yapıt, hayatı yorumlamakta kullanılabilir.
Berlin’de geçen çocukluğu ve öğrencilik yıllarıyla ilgili anılarından oluşan ve 1930’lu yılların başında yazılmış, o hayattayken basılmadan kalmış iki kısa kitapta Benjamin’in en açık otoportresiyle karşılaşırız. Doğuştan melankolik olan Benjamin’e göre, devam ettiği okulda ve annesiyle çıktığı yürüyüşlerde, “yalnızlık insana uygun tek durum” gibi görünür. Benjamin, odada tek başına otururken çekilen yalnızlıktan söz etmiyordur burada –çocukken sık sık hastalanırdı-; onun söz ettiği yalnızlık, büyük kentlerdeki yalnızlık, aylak aylak dolaşan, hayal kurmakta, gözlemekte, düşünmekte ve zevk peşinde koşmakta hür bir adamın yaptıklarındaki yalnızlıktır. On dokuzuncu yüzyıl duyarlılığını, olağanüstü biçimde kendinin farkında bir melankolik olarak Baudelaire’de kişileşen flaneur(*d) tipine bağlayan bu kafa, kendi duyarlılığını büyük ölçüde, kentlerle olan düşlemsel, ince, zekice bağlantısından inşa etmiştir. Sokaklar, pasajlar, arkadlar, labirentler, edebi yazılarında, en çok da on dokuzuncu yüzyıl Paris’i üzerine yazmaya tasarladığı kitapta, ayrıca gezi notları ve anılarında yinelenip duran temalardır. (münzevi yaşamını yürüyüşler ve harika kitaplar yazmak üzerine kuran Robert Walser, keşke Benjamin onun üzerine daha uzun bir deneme yazsaymış dedirten bir yazardır.) (4) Benjamin’in sağlığında basılmış, üstü örtük otobiyografik öğeler içeren tek kitabı Tek Yönlü Yol’dur. Kendisiyle ilgili bu anılar, kitapta yerlerle ilgili anılar, kendini bu yerlere nasıl yerleştirdiği, bu yerlerin çevresinde nasıl dolanıp durduğuyla ilgili anılardır.
“İnsanın bir kentte yolunu bulamaması pek de önemli değildir,” diye başlar, İngilizce’ye hâlâ çevrilmemiş olan yüzyıl başında Berlin’de Geçen Çocukluk. “Ama insanın ormanda yolunu kaybetmesi gibi kentte yolunu kaybetmesi de deneyim gerektirir… Bu sanatı ben çok geç öğrendim: İlk izleri, karalama defterlerimin kurutma kâğıtlarında bıraktığı labirentlerde ortaya çıkan düşlerim böyle gerçekleşti.” Aynı cümleler, Berlin Günlüğü’nde Benjamin başlangıçta “kentin karşısında güçsüzlük” duygusuna kapıldıktan sonra, o kentte kaybolmak için ne kadar çok pratik yapmak gerektiğini önerdikten sonra bir kez daha geçer. Amacı, başını alıp giderek kaybolmayı bilen iddialı bir sokak haritası okuyucusu olabilmektir. Bulunduğu yeri hayali haritalarla bulabilmektir. Berlin Günlüğü’nün başka bir yerinde de, yıllarca nasıl hayatının haritasını çıkarma düşüncesiyle oynadığını anlatır. Kafasında, gri renkte tasarladığı bu harita için renkli işaretlerden oluşan bir sistem geliştirmiştir: Bu işaretler “arkadaşlarımın, kız arkadaşlarımın evlerini, Gençlik Hareketi’nin ‘tartışma odaları’ndan komünist gençlerin toplanma yerlerine kadar çeşitli kolektiflerin toplantı salonlarını, bir geceliğine tanıdığım otel ve genelev odalarını, tiergarten’de önemli kararların alındığı bankları, türlü okullara, kazılıp örtüldüğünü gördüğüm mezarlara giden yolları, çoktan unutulmuş adlarını her gün andığımız meşhur kahveleri gayet açık biçimde gösteriyordu.”bir defasında Paris’te Café des Deux Magots’da oturmuş birisini beklerken hayatının şemasını çıkarmayı başardığından söz eder: Şema, bir labirente benziyordu; her önemli ilişki de “labirente bir giriş”i gösteriyordu.
Haritalar ve şemaların, anılar ve düşlerin, labirentler ve arkadların, dar ve geniş açılı görünümlerin sürekli yinelenen eğretilemeleri, kentlere belli bir bakış açısını olduğu kadar, belli bir yaşam biçimini de yansıtır. “Paris” der Benjamin, “bana başımı alıp gitme sanatını öğretti.” Kentin gerçek doğasını tam anlamıyla kavrayışı, ona Berlin’de değil, Weimar yıllarında sık sık kaldığı ve 1933 yılından 1940’ta Fransa’dan kaçmak üzereyken giriştiği intiharına kadar göçmen olarak yaşadığı Paris’te –daha doğrusu, gerçeküstücü anlatılarda (Breton’un Nadja’sında, Aragon’un Le Paysan de Paris’sinde) imgelenerek yeniden yaratılmış Paris’te- gelmiştir. bu eğretilemelerle Benjamin, yönseme konusunda genel bir soruna dikkat çekmekte ve insanın karşısına bir karmaşıklık ve zorluk ölçütü dikmektedir. (labirent, insanların içinde kayboldukları yerdir.) Aynı zamanda Benjamin, yasak olan şeylerle ilgili bir kavram önermekte ve bunların içine nasıl girilebileceğini göstermektedir: Fiziksel edimle aynı olan bir zihinsel edim yoluyla. “Sokakların oluşturduğu ağlar, fahişelik adı altında açık seçik bir hale gelir,” der Berlin Günlüğü’nde; bundan hemen önceyse bu zengin aile çocuğunu ilk defa “sınıf eşiği”nden atlatan Ariadne adlı fahişeden bahseder. Labirent eğretilemesi, aynı zamanda Benjamin’in kendi mizacından gelen “engel” konusundaki fikrini gösterir.
Alman Trauerspiel’inin Kökenleri’nde(*e) Benjamin, Satürn’ün etkisinin, insanları “duygusuz, karasız ve yavaş” kıldığını yazar. Yavaşlık, melankolik mizacın özelliklerinden biridir. İnsanın, başa çıkamayacağı kadar çok olasılığı fark etmesinden ama pratiklik duygusundan yoksun olduğunu anlamasından kaynaklanan pot kırma ise melankolik mizacın başka bir özelliğidir. Ve bir de –kendi koşullarında- üstün olma özleminden kaynaklanan inatçılık vardır. Benjamin, annesiyle çıktığı yürüyüşlerdeki inatçılığını hatırlar: Annesi, davranışlarla ilgili önemsiz noktaları onun pratiklik becerisini ölçme testlerine dönüştürmekte, böylece çocuğun yaratılışında beceriksizlik (“bugün bile hâlâ bir fincan kahve yapabilmekten acizim”) ve düşsellikle buruklaşmış şeyleri daha belirgin hale getirmektedir. “Aslında olduğumdan daha yavaş, daha uyumsuz, daha budala görünmemin kaynağı bu yürüyüşlerdedir; bana olduğumdan daha eli çabuk, becerikli ve zeki olduğumu düşündürmek gibi her an tetikte bekleyen bir tehlike yaratmıştır bu yürüyüşler.” Ve işte bu inatçılıktan “her şeyin ötesinde, baktığının üçte birini bile görmüyormuş izlenimini veren bakışlar doğar.”
Tek Yönlü Yol bir yazarın ve bir âşığın (kitap “yazarın içine işleyen” Asja Lacis’e adanmıştır) (5) deneyimlerini damıtır; yazarın durumuyla ilgili olan ve devrimci ahlaklılık temasını dile getiren giriş sözlerinden, teknolojinin doğaya ve cinsel coşkulara kur yapmasına söylenen bir zafer şarkısı niteliği taşıyan son “gözlemevine” bölümünden tahmin edilebilecek deneyimlerdir bunlar. Benjamin, çağdaş deneyimler yerine anılardan yola çıktığında, kendisinden bir çocuk olarak söz ettiğinde kendisini daha doğrudan anlatır. Bu mesafeden, çocukluğundan, baktığında yaşamını, haritası çıkarılabilecek bir uzam gibi görebilmektedir. Berlin’de Geçen Çocukluk ve Berlin Günlüğü’ndeki içtenlik ve acı dolu duygu boşalımlarının mümkün olabilmesi, Benjamin’in geçmişi anlatmada tamamıyla sindirilmiş ve analitik bir yol bulmuş olmasından kaynaklanır. Bu yolla, olaylara tepki amacıyla olaylar, insanın türlü yerlerde edindiği hisleri anlatmak amacıyla yerler, insanın kendisiyle karşılaşmasını anlatmak için başka insanlar, gelecekte içine düşülecek tutkuları ve hataları sezdirmek amacıyla da duygular ve davranışlar akla getirilir.(6)
Ebeveynleri dostlarını ağırlarken geniş apartman dairesinde cirit atan canavar fantezileri, Benjamin’in kendi sınıfına duyduğu nefretin ön biçimleridir; sabah erkenden kalkıp okula gitmek yerine istediği kadar uyumasına izin verileceği düşü –trauerspiel üzerine yazdığı kitap ona üniversitede hocalık yapma hakkı kazandırmayınca- şunların farkına vardıktan sonra gerçekleşecektir: “Mevki edinme ve güvenli bir yaşam sürme umutları hep boş çıkmıştır”; annesiyle çıktığı yürüyüşlerde “aşırı bir dikkatle” onu daima bir adım geriden takip edişi kendisinin “gerçek bir sosyal varoluşa kavuşması”nın baştan “imha edilişi”nin ön biçimleridir.
Benjamin, geçmişinden hatırlamak için seçtiği her şeyin geleceğin bir habercisi olduğunu düşünür, çünkü belleğin işi (onun deyişiyle insanın kendisini sondan başa doğru okuması) zamanı çöküşe uğratır. Anıların kronolojik bir sıralaması yoktur; Benjamin otobiyografi adını reddeder çünkü zaman önemsizdir. (Berlin Günlüğü’nde Benjamin, “otobiyografinin işi, zamanladır; art ardalıkta ve yaşamı sürekli bir akış haline getiren şeylerdedir,” diye yazar. “Oysa ben burada uzamdan, anlardan ve süreksizliklerden söz ediyorum,” der.) Proust çevirmeni olarak Benjamin A la Recherche des Espaces Perdus(*f) adı verilebilecek bir başyapıtın bazı bölümlerini yazmıştır. Bellek, yani geçmişin aşamalandırılışı, olayların akışını tablolara dönüştürür. Benjamin, geçmişini yeniden kazanmaya değil anlamaya çalışıyordur: Geçmişini uzamsal biçimleri, uyarıcı yapıları içinde yoğunlaştırmaya.
Alman Trauerspiel’in Kökenleri’nde Benjamin, Barok oyun yazarları açısından “kronolojik hareketin uzamsal bir imge içinde kavranmış ve analiz edilmiş olduğu”nu söyler. Trauerspiel üzerine yazdığı kitap Benjamin’in yalnızca zamanı uzama dönüştürmenin ne demek olduğunu ilk ele aldığı kitap değil, aynı zamanda bu hareketi hangi duygunun belirlediğini en açık biçimde anlattığı kitaptır. “Dünya tarihinin hüzünlü güncesi”, yani dur durak bilmez bir çürüme sürecinin melankolik farkındalığı içinde yüzen Barok oyun yazarları tarihten kaçıp cennetin “zamansızlığı”nı geri getirme peşinde koşmuşlardır. On yedinci yüzyıl Barok duyarlılığında “panoramatik” bir tarih anlayışı vardır: “Tarih dekorla kaynaşmıştır.” Berlin’de Geçen Çocukluk’ta ve Berlin Günlüğü’nde Benjamin, yaşamını bir dekorla kaynaştırır. Barok sahne dekorunun yerine geçen şey, gerçeküstücü kenttir: Düş benzeri uzamlarda insanların “kısa, hayaletsi varoluş” biçimlerine büründüğü metafizik görünümler; Benjamin’e öğrencilik yıllarında büyük üzüntü veren 19 yaşındaki şair arkadaşının intiharının, onun oturduğu odaların anılarında yoğunlaştırılması gibi.
Benjamin’in yinelenip duran temaları, onun tipik özelliğine uygun olarak dünyayı uzamlaştırma araçlarıdır: Örneğin o, düşünceleri ve deneyimleri harabeler olarak algılar. Bir şeyi anlamak, o şeyin topografyasını anlamak, onun haritasının nasıl çıkarılacağını bilmektir. Ve orada nasıl kaybolunacağını bilmektir.
Satürn yıldızı altında doğan birisi için zaman, bir kısıntı, yetersizlik, yineleme ve salt doyum aracıdır. Zaman içinde, insan neyse yalnızca odur. Uzam içindeyse insan bir başkası olabilir. Benjamin’in az gelişmiş yön bulma duygusu ve bir sokak haritasını okumadaki beceriksizliği, onda yolculuk aşkına ve başını alıp gitme, kaybolma sanatında geliştirdiği ustalığa dönüşmüştür. Zaman insana pek fazla kıpırdanma olanağı vermez: Bizi arkamızdan öne doğru ittirir, şimdinin dar hunisinden geleceğe doğru üfler. Oysa uzam, barındırdığı olanaklar, konumlar, kesişmeler, geçitler, dolambaçlar, u dönüşleri, çıkmaz sokaklar ve tek yönlü yollarla gepgeniştir. Aslında haddinden fazla olanak vardır. Satürn mizacı yavaş, kararsızlığa eğilimli olduğu için, bazen kendi yolunu bıçakla açmak zorunda kalabilir. Bazen de insan bıçağı kendine saplamak zorunda kalır.
Satürn mizacının bir başka özelliği de ben’iyle sürekli bir farkındalık ve bağışlamazlık ilişkisi içinde oluşudur: Ben hiçbir zaman olduğu gibi kabul edilemez. Ben, bir metindir –deşifre edilmesi gerekir. (bu nedenle, entelektüellere uygun bir mizaçtır bu.) Benlik bir tasarıdır, inşa edilecek bir şeydir. (sanatçılar ve şehitler için, Benjamin’in Kafka’dan söz ederken dediği gibi, “başarısızlığın saflığı ve güzelliği” peşinde koşanlar için uygun bir mizaçtır.) Benliği ve benliğin yapıtlarını inşa etme süreciyse her zaman çok yavaş ilerler. İnsan, kendisinin hep gerisinde kalır.
Her şey uzaktan görünür, yavaş yavaş öne doğru gelmeye başlar. Berlin’de Geçen Çocukluk’ta Benjamin, “ilginç bulduğum her şeyin uzaklardan gelerek yaklaştığını görme” yatkınlığından söz eder –tıpkı çocukluğunda sık sık hasta olduğu zamanlarda, saatlerin hasta yatağına yaklaştığını tahayyül etmesi gibi. “Belki de başkalarının bende sabır diye nitelendirdikleri şeyin kökeni budur ama gerçekte erdemle hiç ilgisi olmayan bir şeydir bu.” (elbette başkaları bunu gerçekten sabır, erdem olarak görmüşlerdi. Scholem onu, “tanıdığım insanların en sabırlısı” diye tanımlar.) (7)
Ne var ki melankoliğin deşifre etme çabalarında sabra benzer bir şeye ihtiyaç vardır. Benjamin’in yazdığına göre Proust “salonların gizemli dili”nden heyecan duyuyordu; oysa Benjamin’e daha üstü kapalı şifreler çekici geliyordu. Benjamin, amblem kitapları koleksiyonu yapıyor, anagramlar çıkarmayı seviyor, takma adlarla oynuyordu. Takma adlara duyduğu ilgi, onun gelecekte Alman Yahudisi olarak göçmenliğe duyacağı gereksinimin bir işaretidir: Benjamin, 1933’ten 1936’ya kadar Alman dergilerinde Detlev Holz adıyla türlü incelemeler yayımlamıştı; 1936’da İsviçre’de basılan ve hayatı boyunca yayımladığı son kitabı Alman İnsanları’nı (Deutsche Menschen) da aynı adla imzalamıştı. Bu yakınlarda Scholem tarafından yayımlanan “Agesilaus Santander” adlı muhteşem metinde Benjamin, gizli bir ada sahip olma fantezilerinden bahseder; metnin adı, Benjamin’in mülkiyetinde olan bir Klee çiziminden yola çıkılarak bulunmuştur. Çizimin adı olan “Angelus Novus” Scholem’in belirttiğine göre Der Angelus Satanas’ın bir anagramıdır. Scholem, “daha sonraları bu yeteneğini saklamaya yöneldiyse de”, Benjamin’in bu konuda “olağanüstü” bir deha olduğundan bahseder. Benjamin, el yazısını “Öykünme Yetisi Üzerine”(*g) adlı denemesinde irdeler.
Duygularını açmaktan kaçınmak, gizli kapaklılık melankolik kişiye bir gereklilik gibi görünür. Melankolik kişi, başkalarıyla karmaşık, çoğunlukla üstü kapalı ilişkiler içindedir. Bu üstünlük, yetersizlik, şaşkınlık, istediği şeyi elde edememe, ya da isteklerini kendi kendine bile doğru dürüst (veya tutarlı bir biçimde) ifade edememe duyguları –bütün bunlar bir dostluk maskesine ya da sapına kadar bir çıkarcılığa bürünebilir; bürünmeleri gerektiği sanılabilir. Kafka’yı tanıyanların onun için kullandıkları bir sözcüğü kullanarak Scholem, Benjamin’in başka insanlarla olan ilişkisini niteleyen “neredeyse bir Çin nezaketi”nden söz eder. Buna rağmen insan, Proust’un “dostlukla ilgili hakaretleri”ni haklı gören Benjamin’in, bir aralar Gençlik Hareketi’nden yoldaşı olmuş insanlar artık ilgisini çekmez olunca yaptığı gibi, dostlarından acımasızca vazgeçebildiğini öğrenince şaşırmıyor.(8) Bu, memnun edilmesi güç, sabit fikirli, korkunç derecede ciddi adamın, belki de kendi eşiti kabul etmediği insanları pohpohlayabildiğini, Danimarka ziyaretlerinde Brecht’in kendisine “olta atması”na (kendi deyişi) ve gönül indirmesine katlanabildiğini öğrenince de şaşırmıyor. Entelektüel yaşamın bu prensi, pekâlâ bir saray soylusu da olabilirdi.
Benjamin, Alman Trauerspiel’inin Kökenleri’nde her iki rolü de melankoli kuramıyla çözümler. Satürn mizacının bir özelliği yavaşlıktır: “Zorba, kendi duygularının uyuşukluğu yüzünden alaşağı edilir.” “Satürn’ün bir başka özelliği de,” der Benjamin “vefasızlıktır.” Barok tiyatroda bu, zihni “bir şeyden öbürüne atlayıp duran” saray soylusu tipiyle temsil edilir. Saray soylusunun herkesi çıkarına alet etmesi kısman bir “kişilikten yoksunluğu”, kısmen de “kitleselleşmiş, neredeyse nesnemsi bir oyuncu kadrosu haline gelmiş gibi görünen kötücül ilişkiler ağının, nüfuz edilemez düğümlenişine kolu kanadı kırık, umutsuz bir teslimiyet”i yansıtır. Saray soylusunun niçin küçümsenmemesi gerektiğini ancak kendini tarihi felaket duygusuyla, bu derecede umutsuzlukla özdeşleştiren birisi açıklayabilirdi. Benjamin’in dediğine göre, çevresindeki insanlara karşı vefasızlığı, onun maddi amblemlere duyduğu “daha derin, daha düşünceye yatkın inanca” denk düşer.
Benjamin’in betimlediği şey, basit bir patolojik durum olarak anlaşılabilir: Melankolik mizacın, “kitlesel, neredeyse nesnemsi” bir şey gibi algıladığı kendi iç çatışmalarını, kötü kaderin değişmezliği olarak dışarıya vurma eğilimi. Ne var ki Benjamin’in ortaya attığı sav çok daha gözüpekçedir: Melankolikle dünya arasındaki derin etkileşimlerin (insandan ziyade) nesneler aracılığıyla gerçekleştiğini ve bunların anlamı ortaya çıkaran gerçek etkileşimler olduğunu fark eder Benjamin. Ölüm düşüncesi melankolik mizacın peşini bırakmadığı içindir ki dünyayı okumayı en iyi bilenler melankoliklerdir. Daha doğru bir deyişle, kendinin hiç kimseye yapmadığı ölçüde melankoliklerin incelemesine açan, dünyanın ta kendisidir. Nesneler ne kadar cansız olurlarsa, onlar üzerinde düşünen zihin de o kadar güçlü ve yaratıcı olur.
Melankolik mizaç, insanlara vefa duymuyorsa da, nesnelere vefalı olması için kendince haklı nedenleri vardır. Sadakat, nesneleri toplayıp biriktirmekte yatar –nesneler de çoğu zaman, parçacıklar ya da harabeler biçiminde ortaya çıkar. (Benjamin, “parçacıkları hiç durmadan üst üste yığıp durmak Barok edebiyatta çok yaygın bir uygulamadır,” der.) Gerek Barok’ta, gerekse Gerçeküstücülük’te, Benjamin’in büyük yakınlık duyduğu bu iki duyarlıkta gerçekler nesneler gibi görülür. Benjamin, Barok’u şeylerden (amblemlerden, harabelerden) oluşan bir dünya ve uzamsallaştırılmış düşünceler (“şeyler dünyasında harabeler neyse, düşünce dünyasında da alegoriler odur,”) diye tanımlar. Gerçeküstücülük’ün dehası, Barok’taki harabe kültünü, tam bir kendinden geçişle genelleştirmesinde; modern çağın nihilistik enerjilerinin her şeyi bir harabeye ya da parçacığa dönüştürdüğünü –bu nedenle de biriktirilebilir kıldığını- kavramakta yatar. Geçmişi artık (tanımı gereği) ömrünü doldurmuş, şimdisiyse seri antika üretimine geçmiş, şifre çözücüleri ve koleksiyoncuları davet eder nitelikte bir dünyadır bu.
Bir tür koleksiyoncu olarak Benjamin nesnelere –salt nesneler olarak- bağlı kalmıştır. Scholem’e göre, birçok ilk baskı ve nadir kitaplar içeren kitaplığını kurmak “onun en uzun kişisel tutkusu” olmuştur. “Şeyimsi felaket karşısında donup kalan melankolik mizaç, ayrıcalıklı nesnelerin yarattığı tutkuyla harekete geçer. Benjamin’in kitapları, yalnızca kullanıma yönelik profesyonel araçlar değil, derin düşünme nesneleri, hülyaları harekete geçirme araçlarıydı. Kitaplığı da, “içlerinde onca şey bulduğum kentlerin anılarıydı: Riga, Napoli, Münih, Danzig, Moskova, Floransa, Basel, Paris… bu kitapların muhafaza edildiği odalarla ilgili anılar…”dı. Kitap avcılığı, cinsi latif avcılığı gibi, hazların coğrafyasına çok şey katıyordu –dünyayı dolaşmanın bir başka nedeniydi. Benjamin koleksiyonculukta, kendisinde akıllı, başarılı, zeki utanmasızca tutkulu olan şeyleri yaşıyordu. “Koleksiyoncular, taktik içgüdüleri olan insanlardır” –saray soyluları gibi.
Kitapların ilk baskıları ve Barok amblem kitaplarının yanı sıra Benjamin çocuk kitaplarına ve delilerin yazdığı kitaplara da meraklıydı. “Onun için büyük anlam taşıyan kitaplar,” diyor Scholem, “en olmadık yazıların ve garip kitapların yanına tuhaf bir düzenlemeyle yerleştirilmişti.” Kitaplığın garip düzeni, Benjamin’in çalışma stratejisi gibidir: Fani, küçümsenmiş, ihmal edilmiş şeylerde anlam hazineleri arayan Gerçeküstücülük-esinli bir göz, bilgili zevklerden oluşan geleneksel ölçütlere duyduğu bağlılıkla birliktedir.
Hiç kimsenin bakmadığı yerlerde bir şeyler bulmaktan hoşlanırdı Benjamin. Karanlık, aşağılanan Alman Barok tiyatrosundan, modern duyarlığın (yani kendi duyarlığının) öğelerini bulup çıkarmıştı: Alegoriye düşkünlük. Gerçeküstücü şok etkileri, kopuk kopuk sözceler, tarihsel felaket duygusu. Marsilya hakkında “bu taşlar benim hayal gücümün katığıydı,” diye yazıyordu –kentler içinde, bir doz afyon alındığı zaman bile böyle bir hayal gücüne en boyun eğmez olanıdır Marsilya. Benjamin’in yapıtlarında, umduğumuz birçok göndermeyi bulamayız – herkesin okuduğu şeyleri okumaktan hoşlanmazdı o. Ruhbilim kuramı olarak, dört temel mizaçtan oluşan öğretiyi Freud’a yeğlerdi. Marx’ı okumadan komünist olmayı ya da olmaya çalışmayı da yeğlemişti. Neredeyse her şeyi okuyan ve devrimci komünizme on beş yıl sempati duyan bu adam, 1930’lu yılların sonlarına kadar Marx’la hemen hemen hiç ilgilenmemişti. (1938 yazında Danimarka’ya Brecht’i ziyarete gittiği sırada Kapital’i okuyordu.)
Benjamin’deki strateji duyumu “yazılarının yorumlanmasına karşı önlemler alan” ve aynı soydan gizil bir taktikçi olan Kafka’yla kendini özdeşleştirdiği noktalardan biriydi. Kafka’nın öykülerinde en önemli noktanın onlarda belli, simgesel bir anlamın bulunmaması olduğunu savunur Benjamin. Kendi hayal gücünün anti-Kafka’sı olan Brecht’in giriştiği çok farklı, Yahudilik’e aykırı aldatmaca duygusu onu büyülüyordu. (tahmin edilebileceği gibi Brecht, Benjamin’in Kafka üzerine yazdığı olağanüstü denemeden nefret ediyordu.) Masasının yanında duran, boynunda “ben de anlamalıyım,” yazılı bir levha sallanan tahta oyma eşeğiyle Brecht, ezoterik dinsel metinler hayranı olan Benjamin için karmaşıklığı aza indirgeme, her şeyi apaçık bir hale getirme yolunda daha etkili bir aldatmaca ihtimalini temsil ediyordu. Brecht’le, birçok dostunun üzülmesine neden olan “mazoşist” (sözcük Siegfried Kracauer’e aittir) ilişkisi, Benjamin’in bu ihtimalden ne denli hoşlandığını gösteriyor.
Benjamin, yaygın yorumu karşısına almak eğilimindedir. Tek Yönlü Yol’da dediği gibi, “bütün öldürücü darbeler, sol elle indirilir.” Bunun nedeni “tüm insan bilgisinin yorum biçimine girdiği”ni (9) görmesinden dolayı Benjamin’in bilginin apaçık olduğu yerlerde yoruma karşı olmanın önemini kavramasıdır. Onun en çok kullandığı strateji, simgeciliği, Kafka’nın öyküleri ya da Goethe’nin gönül bağları kitabı gibi bazı yerlerden (herkesin var olduğunu kabul ettiği yerlerden) bütünüyle çıkarıp başka yerlere (tarihsel kötümserliğin alegorileri olarak okuduğu Alman Barok oyunları gibi) kimsenin ummadığı metinlere taşımaktır. “Her kitap bir taktiktir,” diye yazmıştır. Bir dostuna gönderdiği mektupta, biraz da hınzırca, yazdığı şeylerde kırk dokuz anlam düzeyinin bulunduğunu iddia eder. Kabalacılar için olduğu gibi modernler için de hiçbir şey dümdüz değildir. Her şey –en azından- zordur. “çok anlamlılık, her şeyde otantikliğin yerine geçer,” der Tek Yönlü Yol’da. Benjamin’e en yabancı gelense açık yüreklilik türünden şeylerdir: “ ‘perdelenmemiş’, ‘masum’ gözlerle bakmak bir yalan oldu artık.”
Benjamin’in savlarındaki özgünlüğün büyük bir kısmı (dostu ve müridi Theodor Adorno’nun dediği gibi) onun teorik perspektiflere yılmaz bir biçimde hükmetme gücüyle birleşen mikroskobik bakış açısından gelir. “onu en çok çeken küçük şeylerdi,” diye yazıyor Scholem. Eski oyuncakları, posta pullarını, kartpostalları, gerçekliğin oyuncak minyatürlere dönüştürüldüğü, sallayınca içinde kar yağan cam küreler gibi şeyleri severdi. Benjamin’in el yazısı da mikroskobikti; hiçbir zaman gerçekleştiremediği bir hırsı da, Scholem’in dediğine göre, bir sayfa kâğıda yüz satır sığdırabilmekti. (bu hırs, roman ve öykülerinin el yazmalarını gerçekten mikroskobik bir yazıyla mikrogramlara dönüştüren Robert Walser tarafından gerçekleştirilmiştir.) Scholem, Benjamin’i 1927 Ağustosu’nda Paris’te ziyaret ettiğinde (Scholem 1923’te Filistin’e göç etmesinden sonra iki dostun ilk görüşmesidir bu) Benjamin’in onu, “kendisine yakın bulduğu bir ruhun, üstüne bütün şema”yı(*h) sığdırdığı iki buğday taneciğini (10) göstermek üzere Yahudi ritüel nesnelerinin sergilendiği Musée Cluny’ye sürüklediğini anlatır.
İçedönüklüğe çekilmenin nedenini iradeye yüklemek Satürn insanının belirgin özelliğidir. İradesinin zayıf olduğuna inanan melankolik, bunu geliştirmek için olağanüstü çabalara girişebilir. Bu çabalar başarılı olursa, sonunda iradenin aşırı artması, kendini durmaksızın çalışma biçiminde gösterir. “Keşiş hastalığı, uyuşukluk”tan mustarip Baudelaire, mektuplarının çoğunu ve Günceler’ini daha çok çalışma, çalışmaktan başka bir şey yapmama yolundaki tutkulu dileklerle bitirir. (“iradenin her yenilgisi”nden sonra umarsızlık –gene Baudelaire’in sözcükleri- modern sanatçıların ve entelektüellerin, özellikle bunların her ikisi birden olan kişilerin tipik yakınma konusudur.) Kişi, çalışmaya mahkûmdur; yoksa hiçbir şey yapamayabilir. Melankolik mizacın hülyalılığı bile çalışmayla sıkı kıya bağıntılıdır; sonra melankolik, bilerek düşlere benzer fantazmagorik durumlar yaratmaya çalışabilir ya da yoğunlaşma sağlayacak durumlara uyuşturucular aracılığıyla ulaşmayı seçebilir. Gerçeküstücülük, Baudelaire’in böylesine olumsuz yaşadıklarını olumlu bir biçimde vurgulamıştır yalnızca: iradenin çöküşüne hayıflanmaz, tersine bunu ideal bir durum katına yükseltip, düşsel durumların çalışma için gerekli tüm malzemeleri sağlamakta güvenilir bir dayanak olabileceğini savunur.
Sürekli çalışan, sürekli daha çok çalışmaya çalışan Benjamin, yazarın günlük varoluşu üstüne bir hayli kafa yormuştur. Tek Yönlü Yol’un çalışma için reçeteler içeren birçok bölümü vardır: en iyi koşullar, zamanlama, kullanılacak araçlar. Yürüttüğü geniş çaplı yazışmaların itici gücü kısmen, çalışmalarıyla ilgili notlar tutmaktan, raporlar vermekten ve çalışmalarının varlığını kanıtlamaktan geliyordu. Bir koleksiyoncu olarak içgüdüleri onun en büyük yardımcısıydı. Öğrenmek bir tür koleksiyonculuktu; günlük okumalarından yaptığı ve her yere taşıdığı not defterlerinde biriktirdiği alıntıları ve parçaları arkadaşlarına bu defterlerden yüksek sesle okurdu. Düşünmek de bir tür koleksiyonculuktu, en azından başlangıç aşamalarında. Birbiriyle ilgisi olmaya düşünceleri ciddiyetle kayda geçirirdi; dostlarına yazdığı mektuplarda mini denemeler geliştirirdi; gelecekte yapacağı işlerin planlarını düzelterek yeniden yazardı; düşlerini yazıya dökerdi (birkaçı tek yönlü yol’da anlatılır); okuduğu bütün kitapların numaralanmış bir listesini tutardı. (1938’de ikinci ve son kez Benjamin’i Paris’te ziyarete giden Scholem, o zamanlar okumakta olduğu kitapları yazdığı defterde Marx’ın On Sekiz Brumaire’inin listeye 1649 numarayla kaydedilmiş olduğunu gördüğünü anımsar.)
Melankolik, nasıl oluyor da bir irade kahramanına dönüşüyor? Çalışmanın bir uyuşturucu, bir zorunluluk olabileceği gerçeğine dayanarak. (Gerçeküstücülük üzerine yazdığı denemesinde Benjamin, “ünlü bir uyuşturucu olan düşünme,” diye yazar.) gerçekten de, en iyi müptelalar melankolikler arasından çıkar, çünkü gerçek iptila tek başına yaşanan bir şeydir. 1920’li yılların sonlarına doğru, Benjamin’in bir doktor dostunun gözetimi altında giriştiği afyon içme deneyimleri, bir teslimiyet değil, bilinçli bir girişimdir; iradenin zorlamalarından kaçış değil, yazarlık için malzemedir. (Benjamin, afyon üzerine yazmak istediği kitabı, en önemli tasarılarından biri olarak görüyordu.)
Yalnız başına kalma ihtiyacı –insanın yalnızlığından duyduğu acıyla birlikte- melankoliğin belli başlı özelliklerinden biridir. Bir işi bitirmek için insanın yalnız kalması gerekir –ya da insan, en azından sürekli bir ilişki içinde bağımlı olmamalıdır. Benjamin’in evlilik konusundaki olumsuz görüşleri Goethe’nin gönül bağları kitabı üzerine yazdığı denemede açıkça görülebilir. Onun kahramanları –Kierkegaard, Baudelaire, Proust, Kafka, Kraus- hiç evlenmemişlerdir; Scholem, Benjamin’in kendi evliliğini (Benjamin 1917’de evlendi, 1921’den sonra karısından uzaklaşarak 1930’da boşandı) “kendisi için ölümcül” gördüğünü anlatır. Doğa ve doğal ilişkiler dünyası, melankolik mizaca göre hiç de baştan çıkarıcı olarak algılanmaz. Berlin’de Geçen Çocukluk ve Berlin Günlüğü’ndeki kendi portresi, ailesine bütünüyle yabancılaşmış bir oğlu sergiler; baba ve koca olarak da Benjamin (1918’de doğmuş ve 1930’lu yılların ortasında eski karısıyla birlikte İngiltere’ye göç eden bir oğlu vardı Benjamin’in) böyle akrabalıkları ne yapacağını hiç bilememiş olan bir insan olarak görünür. Melankoliklerin gözünde, aile bağları gibi doğal şeyler, sahtelik dolu bir öznellik ve duygusallık demektir; tüm bunlar irade üzerinde, bağımsızlık üzerinde, iş üzerinde yoğunlaşma özgürlüğünü kısıtlar. Aynı zamanda insanın insanlığını bir sınavdan geçirme fırsatı sunar; melankolik de ta baştan bilir ki bu sınavda yetersiz kalacaktır.
Melankoliğin çalışma biçemi, işe gömülmek, işin üstünde bütünüyle yoğunlaşmaktır. Ya bütünüyle gömülürsünüz ya da dikkatiniz dağılır gider. Bir yazar olarak Benjamin’in olağanüstü bir yoğunlaşma yetisi vardı. Alman Trauerspiel’inin Kökenleri’ni, araştırmalarını iki yıl içinde tamamlayıp yazabilmişti; Berlin Günlüğü’nde övünerek anlattığı gibi, bu kitabın bazı bölümleri bir caféde, caz orkestrasının yanındaki masada yazılmıştı. Ama Benjamin, oldukça üretken bir biçimde yazıyorduysa da –bazı dönemlerde, Alman gazeteleri ve dergilerine her hafta yazı verdiği oluyordu- onun için normal boyutlarda bir kitap daha yazmak mümkün olmamıştı. 1935 tarihli bir mektupta Benjamin, 1927’de yazmaya başladığı ve iki yılda bitirebileceğini düşündüğü 19. yüzyılın başkenti Paris’i yazmanın “Satürn hızı”yla ilerlediğinden söz eder. (13) Benjamin’in kendine özgü yazı türü, denemedir. Melankoliğin yoğun ve tüketici dikkati, Benjamin’in düşüncelerini geliştirip ulaşabileceği uzunluğa doğal sınırlar getirmiştir. En önemli denemeleri, kendilerine zarar vermeden, tam zamanında bitmiş gibi görünür.
Benjamin’in cümleleri, alışılmış biçimde üretilmemiştir. Birbirlerinden çıkmaz ya da birbirlerini getirmezler. Her cümle sanki ilk ya da son cümleymiş gibi yazılmıştır. (Alman Trauerspiel’inin Kökenleri’ne yazdığı önsözde Benjamin, “yazar, her yeni cümlede durmalı ve yeniden başlamalıdır,” der.) zihinsel ve tarihi oluşumlar, kavramsal tablolar gibi işlenmiştir: Düşünceler en uç noktada kâğıda geçirilmiştir ve entelektüel perspektifler baş döndürücüdür. Benjamin’in, yanlış bir adlandırmayla aforistik olarak nitelendirilen düşünme ve yazma biçemine, aslında donmuş çerçeveli Barok biçem demek daha doğru olur. Bu biçemi üretmek bir işkencedir. Öyle ki, mutlak yoğunlaşmanın içe yönelik bakışları, konuyu yazarın gözlerinin önünde çözüp eritmeden önce her bir cümle her şeyi dile getirmek zorundadır. Benjamin, Adorno’ya Baudelaire ve on dokuzuncu yüzyıl Paris’i üzerine yazdığı kitabındaki her fikrin “çılgınlığın kol gezdiği bir diyardan büyük çabalarla sökülüp alındığı”nı (14) söylerken, muhtemelen durumu abartmıyordu.
Bir Barok tablonun yüzeyinin hareketle dopdolu olması gibi düşüncelerle dolup taşan bu cümlelerin arkasında, daha olgunlaşmadan kesiliverme korkusuna benzer bir şey yatar. Adorno’ya yazdığı bir mektupta Benjamin 19. yüzyılın başkenti Paris adlı kitabına esin veren Aragon’un Le Paysan de Paris’ini ilk okuduğunda duyduğu heyecanları şöyle tanımlıyor: “Geceleri, yatakta iki ya da üç sayfadan fazla okuyamıyordum, çünkü yüreğim öylesine büyük bir gümbürtüyle çarpmaya başlıyordu ki kitabı elimden bırakmam gerekiyordu. ne muhteşem bir uyarı!”(15) Kalp yetmezliği, Benjamin’in zorlu çabalarının ve tutkularının eğretilemeli sınırıdır. (Benjamin’de kalp yetmezliği vardı.) Kalp yeterliliğiyse, Benjamin’in yazarlık başarısıyla ilgili olarak ortaya attığı bir eğretilemedir. Karl Kraus’u övdüğü denemesinde Benjamin şunları yazıyor: “Biçem, dilsel düşüncenin eni ve boyunca, banalliğe düşmeden özgürce hareket etme gücüyse, bu güç, dilin kanını, sözdiziminin kılcal damarlarından geçirerek en uzak dokulara pompalayan büyük düşüncelerin yürek gücüyle kazanılır büyük ölçüde.”
Düşünmek, yazmak eninde sonunda birer yaşama erki sorunudur. İradeden yoksun olduğunu hisseden melankolik, toplayabileceği tüm yıkıcı enerjilere ihtiyacı olduğu hissine kapılabilir.
Alman Trauerspiel’inin Kökenleri’nde Benjamin, “gerçek, bilgi alanına yansıtılmaya karşı koyar,” der. Onun yoğun düzyazıları bu direncin kâğıda geçirilmiş örnekleridir ve yalanlar üreten kişilere saldıracak yer bırakmaz. Benjamin, polemiği, gerçek felsefi biçemin onuruna yakıştıramıyordu; onun yerine “yoğunlaştırılmış olumlamanın tamlığı”na ulaşmaya çalışıyordu –Goethe’nin gönül bağları kitabı üzerine yazdığı ve Goethe’nin biyografisini yazan eleştirmen Friedrich Gundolf’un savlarını yerle bir edercesine çürüttüğü denemesi, belli başlı yazıları arasında bu kuralın tek istisnasıdır. Ne var ki polemiğin ahlaki açıdan yararlılığının farkında oluşu becerisi, yüksek sesi, aforizma aşkı, yılmak bilmez polemik enerjileriyle kendisinden öylesine farklı olan ve tek başına Viyana Halk Enstitüsü’nü oluşturan Karl Kraus’u takdir etmesini engelleyemedi Benjamin’in. (16)Kraus denemesi, Benjamin’in zihnin yaşamı üzerine yazdığı en tutkulu, en sapkın savunma yazısıdır. Adorno, “ ‘aşırı zeki’ olmanın hain lekesi Benjamin’i hayatı boyunca tedirgin etmişti,” (17) diye yazmıştır. Benjamin, bu kaba saba lekelemeye karşı, yerinde –yani ahlaki olarak- kullanıldığında zekânın “insanlık dışı” olduğu bayrağımı gözüpekçe yükselterek savunmuştu kendini. “Yalnızca cinselliğin koruyucu kanatları altında var olabilen fahişelik gibi, yazarlık yaşamı da yalnızca aklın koruyucu kanatları altında gerçekleşebilen bir varoluştur,” diye yazıyordu. Bu, hem fahişeliğin kutsanması (tıpkı Kraus’un yaptığı gibi; çünkü salt cinsellik, en saf biçimiyle cinsellik demektir), hem de Benjamin’in hiç de ihtimal verilmeyecek bir biçimde Kraus’u kullanarak yaptığı gibi, yazarlık yaşamının kutsanması demektir; çünkü “salt aklın has ve şeytansı işlevi, huzur bozucu olmaktır”. Modern yazarın ahlaki görevi yaratıcı olmak değil, yıkıcı olmaktır –sığ içedönüklüğün, evrensel insancıllık kavramının rahatlatıcılığının, züppece yaratıcılığın ve boş sözlerin yıkıcısı olmaktır.
Kraus kişiliğinde örneklediği bir kamçı ve bir yıkıcı olarak yazar tipini Benjamin, 1931’de yazdığı “Yıkıcı Karakterler”(*i) adlı alegorik yazısında daha özlü bir biçimde, daha da büyük bir gözüpeklikle ele alır. Bu yazının tarihi düşündürücüdür; Scholem, Benjamin’in birkaç kez aklından geçirdiği intiharı, ilk kez 1931 yazında düşündüğünü yazar. İkinci defa ise bir sonraki yaz, “Agesilaus Santander”i yazarken düşünmüştür. Benjamin’in yıkıcı kişilik dediği Apollon nitelikli kamçı, “hep neşeyle işbaşındadır… çok az şeye gereksinimi vardır… anlaşılmak diye bir derdi yoktur… genç ve neşelidir… yaşamın yaşanmaya değer olduğunu hissetmese de intiharın zahmete değmez olduğuna inanır.”
Bir tür sihirbazlıktır bu; Benjamin’in Satürn kişiliğindeki yıkıcı öğeleri –kendi kendilerini yıkıma uğratmasınlar diye- dışarıya atma çabasıdır.
Benjamin burada yalnızca kendi yıkıcılığına göndermede bulunmuyor. Ona göre, intihara doğru garip bir modern itki söz konusudur. “Baudelaire’de İkinci İmparatorluk Dönemi Parisi”nde(*j) şunları yazıyor: “Modernliğin kişinin doğal üretim canlılığına sunduğu direnç, kişinin gücünü aşacak orandadır. İnsan yorgun düşüp ölüme sığınırsa, anlaşılabilir bir şeydir bu. Modernlik, intihar yıldızının, kahraman bir irade gücünü mühürleyen bir edimin gölgesinde olmalıdır… bu, tutkular diyarında modernliğin tek başarısıdır…”
İntihar, kahramanlık boyutlarındaki iradenin, iradenin yenilgisine karşı gösterdiği bir tepki olarak anlaşılır. Benjamin’e göre, intihardan kaçınmanın tek yolu, kahramanlığın ötesine, iradenin çabalarının ötesine geçmektir. Yıkıcı kişilik, kendini tuzağa düşmüş hissetmez, çünkü o “her yerde çıkış yolları bulur.” Var olan her şeyi kaygısızca yerle bir etme işine girişerek kendisini “dört yol ağzına” yerleştirir.
Kıyamete özgü bu kötümserlik, Satürn mizacının alaycılığına bürünmüş olmasaydı, Benjamin’in yıkıcı kişilik portresi zihnin Siegfried’ini –tanrıların koruyuculuğu altındaki o neşeli, çocuksu canavarı- getirebilirdi akla. İroni, melankoliğin yalnızlığına, toplum dışı seçmelerine verdiği olumlu addır. Tek Yönlü Yol’da Benjamin, ironiyi bireylerin toplumdan bağımsız bir yaşam sürme haklarını ortaya koymalarını sağlayan “tüm başarıların en Avrupalısı” olarak yüceltir ve ironinin Almanya’yı bütünüyle terk ettiğini belirtir. Benjamin’in, ironiyi ve kendinin farkında olmayı sevmesi, onu çağdaş Alman kültüründen soğutmuştur: Wagner’den nefret etmiş, Heidegger’i küçümsemiş ve Weimar Almanyası’nın Dışavurumculuk gibi çılgın öncü akımlarını aşağılamıştır.
Tutkuyla ama aynı zamanda ironiyle, Benjamin kendisini dört yol ağızlarına yerleştirmiştir. birçok “konumu” açık tutmak onun için önemliydi: Teolojik, Gerçeküstücü/estetik, komünist konumlarını. Bir konum öbürünü düzeltiyordu; Benjamin’in hepsine birden ihtiyacı vardı. Kararlar, elbette, bu konumların dengesini bozuyordu; kararsızlık da her şeyi yerli yerinde tutuyordu. 1938 başlarında Adorno’yu son defa gördüğünde, Fransa’dan ayrılmakta gecikmesinin nedenini “burada hâlâ savunulacak konumlar var,” dite açıklamıştı.
Benjamin, bağımsız entelektüellerin zaten nesli tükenmekte bir tür olduğunu, kapitalist toplumca olduğu kadar devrimci komünistlerce de ömrünü doldurmuş bir şey sayıldığını düşünüyordu; gerçekten de değerli her şeyin türünün son örneği olduğu bir devirde yaşadığını hissediyordu. Benjamin, Gerçeküstücülük’ün, Avrupa aydınlarının en son entelektüel kımıldanışı olduğuna, bunun uygun bir biçimde yıkıcı, nihilist türden bir entelektüellik olduğuna inanıyordu. Kraus üstüne yazdığı denemede Benjamin retorik bir biçimde sorar: Kraus, yeni bir çağın eşiğinde mi duruyor? “Tanrım, hiç de öyle değil! Çünkü o, kıyamet günü’nün eşiğinde durmaktadır.” Benjamin, burada kendisini düşünmektedir. Kıyamet günü’nde son entelektüel –harabeleri, isyankâr görüşleri, hülyaları, onmaz hüzünleri, aşağıya çevrilmiş bakışlarıyla modern kültürün o Satürn mizaçlı kahramanı- elinden gelen haktanırlık ve insanlık dışılıkla birçok “konuma” girdiğini ve aklın yaşamını sonuna dek savunduğunu açıklayacaktır.

1979


Notlar:

(*a) Benjamin’in yapıtına genel bir giriş niteliği taşıyan bir kitap için bkz. Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin’den seçme yazılar, hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 1993 (2, basım).
(*b) un triste: üzgün biri, hüzünlü biri. (ç.n.)
(*c) saturnine acedia: kasvetli kayıtsızlık. (ç.n.)
(*d) flaneur: aylak, boş gezen. (ç.n.) gezerdüşünür(ö.ö.)
(*e) Benjamin’in trauerspiel’i (Barok tragedya) incelediği Der Ursprung des Deutschen Trauerspiels (1928), İngilizce’de The Origin of German Tragic Drama adıyla yayımlandı; İngilizce’ye çeviren John Osborn, Londra/nlb, 1977.
(*f) A la Recherche des Espaces Perdus: Kayıp Uzamların İzinde. (ç.n.)
(*g) Türkçe çevirisi için bkz. “Öykünme Yetisi Üzerine”, Defter, yaz 1998, çev. Zeynep Sayın. (ç.n.)
(*h) Yahudilik’te, Tevrat’ın üç parçasından oluşan iman ikrarı. (ç.n.)
(*i) Türkçe’de aynı adla w. Benjamin’in parıltılar adlı kitabının içinde yer alıyor. Belge yayınları, 1990, çev. Yılmaz Öner. (ç.n.)
(*j) Türkçe’de aynı adla, w. Benjamin’in pasajlar adlı yapıtının içinde yer alıyor. yky, 1993, çev. Ahmet Cemal. (ç.n.)

(1) Gershom Scholem’in, bunalım içindeki Yahudiler ve Yahudilik Üzerine’de “Walter Benjamin” adlı yazısı (Schocken 1976). Benjamin’den beş yaş küçük olan Scholem, onunla ancak Benjamin’in Berlin Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra devam ettiği Münih Üniversitesi’nde geçirdiği ilk dönem sırasında, 1915’te tanıştıklarını söyler. Belirtilmediği sürece, bu yazıda Scholem’den yapılan alıntılar 1964’te yazılan ve yukarıda adı geçen yazıdan, ya da aynı kitapta bulunan ve 1972’de yazılan “Walter Benjamin ve Meleği” adlı yazıdan yapılmıştır.
(2) Benjamin’in, 1933 Ağustosu’nda İbiza’da yazdığı kısa bir metin olan “Agesilaus Santander”den; bu metin Benjamin’in defterlerinde bulunmuştur ve ilk kez Scholem tarafından “Walter Benjamin ve meleği”nde yayımlanmıştır.
(3) Goethe’yi konu alan bu uzun deneme 1922’de yazılmış ve Viyana’da Hugo von Hofmannstahl’ın çıkardığı Neue Deutsche Beitrage adlı dergide 1924-1925’te iki bölüm halinde yayımlanmıştır. 1937’de Benjamin, bu denemeden Goethe’nin Satürn kişiliğiyle ilgili olan kısımları alarak oluşturduğu yazıyı Fransızca çevirisiyle Les Cahiers du Sud’de, “L’angoisse Mythique Chez Goethe” başlığı altında yayımlamıştır.
(4) Benjamin’in “Robert Walser” başlıklı kısa denemesi ilk kez 1929’da Das Tagebuch’ta yayımlanmıştır; bu deneme henüz başka bir dile çevrilmemiştir.
(5) Asja Lacis ve Benjamin 1924 yazında Capri’de tanımışlardır. Asja, Letonyalı bir komünist devrimci ve tiyatro yönetmeniydi; Brecht ve Piscator’a asistanlık yapıyordu; Benjamin onunla birlikte 1925’te “Napoli”yi, onun için de 1928’de “Proleter Çocukları için Bir Tiyatro Programı”nı yazmıştır. 1926-27 yazında Benjamin’i Moskova’ya davet ettiren ve onu 1929’da Brecht’le tanıştıran Lacis’tir. 1930’da, sonunda karısından boşandığında Benjamin onunla evlenmeyi umuyordu. Fakat Lacis Riga’ya döndü ve sonraki on yılı bir Sovyet kampında geçirdi.
(6) Geçmişin, gelecek hakkında önceden haber veren bir kehanet olarak okunabilme niteliği açısından Berlin’de Geçen Çocukluk üzerine 1961’de yazılmış çok güzel bir deneme için bkz. Peter Szondi, “Geçmişteki Umut: Walter Benjamin”, Critical Inquiry’de çevirisi yayımlanmış, cilt iv, no.3, ilkbahar 1978.
(7) Scholem şöyle devam ediyor: “Benjamin’le baş edebilmek için de insanın büyük sabra sahip olması gerekirdi. Onunla, ancak çok sabırlı insanlar derinden ilişki kurabilirdi.” Scholem, 1939 sonbaharında Paris yakınlarında ve Nevers’de bir kampta alıkonulduğu sırada Benjamin’in yanında bulunan birisinin tanıklığından örnekler getiriyor; Benjamin “hiçbir gösterişe kaçmaksızın, en zor koşullar altında bile sürdürdüğü, çileciliğe varan, sınırsız sabrıyla” öbür tutuklular üzerinde unutulmaz izler bırakmış…
(8) bkz. H.W. Belmore, German Life and Lletters’da “Walter Benjamin Üzerine Bazı Anılar”, cilt xxviii, no. 2, Ocak 1975. Benjamin’in bu kinle çizilmiş, hiç de değerbilir olmayan portresi, terk edilen bu arkadaşlardan birinin, altmış yıl sonra bile kurtulamadığı hiç azalmamış kızgınlığın belgesidir. Herbert Belmore, Benjamin’in liseden sınıf arkadaşıydı; Benjamin’in mektuplarının iki ciltten oluşan Suhrkamp baskısındaki ilk mektuplar (no. 1-10) H. Belmore’a yazılmıştır.
(9) Christian Florens Rang’a Mektup (Suhrkamp Briefe’de no. 126), 9 Aralık 1923.
(10) Scholem bu öyküyü “Walter Benjamin”de anlatır. Ama ayrıca bkz. Benjamin’in Paris’ten Scholem’e yazdığı 29 Mayıs 1926 tarihli mektup (Briefe’de no. 156); bu uzun mektubun sonlarına doğru Benjamin şunları yazıyor: “Bu, bir bakıma Marksist mektupla bir Liliput devleti kuramazdım. Ama sana şunu söyleyeyim ki Musée Cluny’nin Yahudi bölümünde, bu sayfanın yarısından birazcık daha büyük bir yere sığdırılmış bir Esther kitabı keşfettim. Herhalde bu senin Paris’e gelişini çabuklaştırır.” Scholem, Benjamin’in minyatürlere olan tutkusunun, onun Tek Yönlü Yol’da açıkça ortaya çıkan kısa, edebi sözcelere olan beğenisini gösterdiğini savunur. Belki öyledir; ne var ki 1920’lerde bu tür kitaplar oldukça revaçtaydı ve bu kısa, bağımsız metinlerin sunuluşu, özellikle gerçeküstücü bir montaj biçemiyle yapılıyordu. Tek Yönlü Yol, Ernst Rowohlt tarafından şok yaratıcı reklam etkileri taşıyan bir tipografiyle kitapçık olarak basılmıştı; kapak, gazete reklamlarından, ilanlardan, resmi ve resmi olmayan birçok işaretten alınmış büyük harflerle yazılmış saldırgan cümlelerin, fotoğrafla montajından oluşuyordu. Benjamin’in, “kışkırtıcı dili” yüceltip “kitapların evrensel, yapmacıklı tutumları”nı yerdiği giriş kısmı, Tek Yönlü Yol’un nasıl bir kitap olmak üzere tasarlandığı pek bilinmeden pek bir anlam ifade etmez.
(11) bkz. Benjamin’in 17 Ocak 1940’ta Paris’teyken Gretel Adorno’ya yazdığı mektup. (Briefe’de no. 326).
(12) Illuminations’da, Londra, 1970; bu, Benjamin’in yazılarından yapılan, Kafka ve Proust denemelerini de içeren daha erken tarihli bir seçmedir; yayımlayan Hannah Arendt. (Türkçesi Ahmet Cemal, Gösteri dergisi, Ağustos 1987. [ç.n.])
(13) 25 Mayıs 1935’te Paris’ten Werner Kraft’a yazılan mektup (Briefe’de no. 259). 1940 yılında öldüğünde Benjamin binlerce sayfalık el yazması bıraktı, bunların da ancak çok küçük bir bölümü yayımlandı. Charles Baudelaire: A Lyric Poet in the Era of High Capitalism (New Left Books, 1973), Benjamin’in bugüne dek ancak Almanca yayımlanmış olan Paris tasarısının malzemelerinden yapılan çevirileri içerir.
(14) New York’ta bulunan Adorno’nun 10 Kasım 1938’de Benjamin’e yazdığı bir mektuptan; Aesthetics and Politics’te (New Left Books,1977) çevirisi yayımlanmıştır. (Türkçe’de Estetik ve Politika, Eleştiri yayınları, 1985) Benjamin, Adorno’yla (Adorno 20 yaşındayken) 1923’te tanışmıştır; 1935’te de Benjamin, Adorno’nun üyesi bulunduğu Max Horkheimer Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nden ufak bir ödenek almaya başlamıştı.
(15) 31 Mayıs 1935’te Paris’ten Adorno’ya yazılan mektup (Briefe’de no. 260).
(16) Kitap tanıtma yazılarında Benjamin’in Kraus’a benzeyen yanı ortaya çıkıyordu. bkz. Kraus denemesiyle aynı yılda (1931) yazdığı “Sol Kanat Melankolisi”; bu yazıda, Erich Kastner’in bir şiir kitabını yerden yere vurur ve –Kastner aracılığıyla- sığ ve bilgiççe melankolik olan her şeyi aşağılar. Screen’de İngilice çevirisi yayımlanmış, cilt xv, no. 2, yaz 1974.
(17) Adorno’nun , Prisms’de yayımlanan “Walter Benjamin’in Bir Portresi” adlı denemesi, nlb, basılacak, 1979 (kitap yayımlanmıştır ç.n.)