31 Mayıs 2010 Pazartesi

G-GEÇMİŞ


"Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir."

Walter Benjamin, 'Tarih Kavramı Üzerine'


Resim:'Cancale', François Avril, 2003

29 Mayıs 2010 Cumartesi

T-TAVŞANIN DÜŞÜ



Bugün yemek "yok"tu. Ben de 62'den yaptığın
tavşanın düşlediği havucu yedim.
Daha sonra yenisini çizersin.



23.02.2009

A-AYNADA


Seni giysem ben de giymiş sayılır mıyım?
Nasıl ayna olabilirim?
Onu giyince beni giymiş olur musun?
"Uzun uzun soyunmadım" uzun uzun nasıl seyredilir?
Çeneni ve omzunu çok seviyorum...
Sirkeli su olmak istiyorum...Parasetamol olmak istiyorum...


25.02.2009

Resim: 'Aynada Saçını Tarayan Kadın', Edgar Degas, 1887

H-HARİTA

B-BËNLİ


BİR BEN VAR BËNDE BENDEN İÇERİ, DELİKANLIYSAN ÇIK DIŞARI

Vardır elbet Bënli Bëlkıs’ın da Benlik/Ego dertleri. Bir kere orospuya “Orospu!” derler ki çocuğuna da orospu çocuğu diyecekler. E.G.O. vardı eskiden, şimdi yoksa da muadili bir şey vardır; işte faturalar falan... Yaşamak-hayatta kalmak ikileminde tabii ki hayatta kalmayı küçümseyemez; ama vardır bëninde Benliğin izleri ve nedir?..

Geçgeçgeç...

“Kapalı e” (ë), varsa harflerin egosu, alfabenin bedeninde Benliğin izi midir? Bëlkıs’ın yanağındaki bën neyin izidir? İnkılap (devrim ya da ihtilal değil sadece inkılap)dildeki izi silemediyse (Bëlkıs’ın ë’sini yazdırmıyorlar), bedendeki izi (Ben’in e’sini yazabiliyoruz)nasıl silecek.

Geçgeçgeç...

“Belle de Jour”un hazzını paranteze alalım, bir yerde dursun; ağır işçi olarak orospunun Ben’i bedende bir izdir. İz... İmge olarak güçlü olmasının önemi yok, belirsiz... Yazıp da sildiğimiz ama silince dahi belli belirsiz görünen sözcükler gibi.

Geçgeçgeç...

Beden benliğin sınırı. Barbarlar sınırları zorlar. Orospunun bedeniyse bir çeşit “no man’s land” ya da “yes man’s..”, sınır ihlali yok. Oysa bir kadın “Bana böyle davran” der taktığı bir küpeyle, sesiyle, bakışıyla, yanağındaki bënle.

Geçgeçgeç...

Ben’in bedendeki o belirsiz izi, barbarlar için arzunun “belirgin” nesnesidir. “Bana böyle davran”ı ihlal etmeye bir çağrı: “Sana şöyle davranacağım.”

Geçgeçgeç...

Bëlkıs aynada kendine bakar. Bënini görür... Kendimizi ancak bir başkasında görebilirsek eğer, Bëlkıs’ın aynasında Ben’imizi görebilir miyiz?

Geçgeçgeç...

“Bilinçdışı dil gibi yapılaşmıştır.” Yani “iyinin ve kötünün ötesinde”. Öyle, olduğu gibi olan ve oluş halindeki her şey.

Geçgeçgeç...

Orospunun aynasında Ben’imi gördüm. Ama hâlâ bir Ben var bënde benden içeri, delikanlıysan çık dışarı.

Mayıs-2009

28 Mayıs 2010 Cuma

U-UMUT-2

Neşeli ol ki sen kimsin

UMUT-2

“Amicus Plato sed magis amica est veritas.” - Aristoteles

“Neşe”, gösterir.
Dışımızda olup bitene dair bir açıklık, öngörü içerir. Küskünlük gerçekliğin büyük bir kısmını reddederken neşe en acı verici, yıkıcı ve saçma durumları bile olumlamaya elverişlidir. Yani acıyı, hüsranı ve kederi de içerir. Bu yüzden gerçeğe daha sadıktır. “Ben kimim?” sorusunun yanıtının “küskün ben”den çok “neşeli ben”de doğruya daha yakın olduğuna inanmak gerek.
“Neşe” gerçekliği kucaklamaya, ideal olandan çıkardığımız tüm kavramlardan daha fazla olanak verir. “Küskün ben” kederlenmeyi arzu eder; çünkü kederliyken kaybettiklerimizin hatıralarını, kaybettiğimiz hatıraları çağırırız. Ve sevgilinin neşesi “şimdi”dir, bizi geçmişten kurtarır, âna götürür. Ben buradayım sevgilim, sen neredesin ya da neredesin sen. Aristoteles doğru söylüyor ve bunda inat etmek de gerekli. Heyhat âşığım. O yüzden “Amicus veritas sed magis amica est ... .”


16.03.2009

U-UMUT-1

Üsküdar-Beşiktaş arasında çalışan tekneler var ya, Umut-1, Umut-2 falan… Bu yazılar da “aramızda gidip gelen”e dair olsun.

UMUT-1

Kanıta karşı umut... Şöyle şöyle olduğu için, şunlar falan var diye, bunlardan dolayı.. “bu” olacak. Bu, “beklenti”... Sanki geçmiş deneyimlerin şablonlarından yapılan bir çıkarsama. Oysa umut her zaman kanıta karşı umuttur. Kendi ürettiğimiz, kendimize mal ettiğimiz düşüncelerden gelmiyor, “hayvani bir cesaret”ten geliyor belki de. Algıladığımızdan çok daha fazla cesarete sahip olduğumuz, “hayvani” bir özden geliyor.
İçinde bir doğallık var. Kendinden önce olmuş olandan değil, ona rağmen ortaya çıkan bir “doğuş”: Ansızın bir kopuş gerçekleşir ve geleceğe dönük bir şey olarak umut ortaya çıkar. Yeni doğan bir şey gibi. Bu yüzden çocukluk bir “umut hareketi”dir.
Yine de benden kanıt istiyorsan, soğuk havalarda taktığın şu komik beren var ya, işte onda umut var.

“Altı kaval üstü şeşhane” Playlist’e bir de “klasik” ekledim; mail’ın ruhuna uygun: "Alabalık Beşlisi"...



13.03.2009

Ş-ŞEHİRDE

MODERNLİĞİN VE METROPOLÜN SOSYOLOĞU: GEORG SIMMEL



Şöyle bir tuhaflık var: Bizzat öğrencisi olmuş, Benjamin gibi epeyce etkilenmiş, Lukacs gibi önce epeyce etkilense de daha sonra hoyratça eleştirmiş fikir insanlarının –Mannheim ve Bloch’u da katmak gerekli- bir hayli bilinir olmalarına karşın neredeyse 80’li yıllara kadar Simmel’in ‘dışarıda kalması’… Çünkü Simmel yazdığı yıllarda epeyce tanınmış bir sosyolog, filozof, yazar. Öyle ki derslerine girebilmek bir olay. Hatta kadınların henüz Alman üniversitelerine kabul edilmediği bir dönemde ‘konuk öğrenci’ olarak derslerine girebilmelerine (Kadınlar tarafından el üstünde tutulması sadece bununla ilgili değil. Toplumsal cinsiyet ve aşk üzerine epeyce düşünmüş, yazmış olmasından başka ayrıca kendine özgü halesinin de etkisi olsa gerek) olanak tanıması, Berlin’in entelektüel ve sanat camiasının aranılan ismi olması, hele ki ‘Felsefi Kültür’ adlı kitabının ilk baskısının 10 bin adet yapılıp altı haftada tükenmesi falan düşünüldüğünde Simmel’in uzun bir süre unutuluşa terk edilmesi oldukça tuhaf.



Aynı dönemde yazdıkları, sosyolojinin ne olduğu ve ne yapması gerektiği üzerine benzer dertlere sahip oldukları düşünülürse tıpkı Gabriel Tarde gibi Simmel’in de hemen hemen aynı zamanlarda yeniden gündeme gelmesi ‘ihtiyaç’ diye de düşünülebilir.

Simmel, modern kültür, kent ve birey arasındaki ilişkiler üzerine kapsamlıca düşünen ilk düşünür-sosyolog-filozoflardan. Sosyolojinin bağımsız bir disiplin olarak kurulmasına önderlik ettiği kadar, bugün ‘disiplinlerarasılık’ dediğimiz bir bakışın ve yazma biçiminin de en yetkin örneklerini vermiştir. ‘Yabancı’, ‘Meceracı’, ‘Yoksul’, ‘Soylu’… gibi toplumsal tiplerle; moda, yemek, seyahat, para ekonomisi, çatışma, tahakküm… gibi toplumsal etkileşim biçimleriyle ilgili yüzlerce makale-denemesinin geniş ve çok yönlü entelektüel bir birikimin devreye sokulduğu ama hiç de akademik olmayan, zaman zaman şairane zaman zaman bir estet inceliğiyle yazılmış olması, tutucu akademik çevrelerin onu küçümsemesinin nedenlerinden biri olsa da (Yahudi geçmişi ve epey bir süre sosyalizme yakınlığının da bu küçümsemede etkisi olsa gerek), aynı zamanda ‘popüler bir entelektüel’ olarak yazdığı dönemde gördüğü hüsnü kabulde önemli bir etken olsa gerek.

Bütün o geniş ilgi alanlarına rağmen, Simmel için ilk elden söylenecek olan onun kentin ve Baudelaire’nin nitelendirmesiyle “modernliğin ilk sosyoloğu” olduğudur: “Dünyadan bezmişlik (blasé) tavrı kadar metropolle doğrudun doğruya bağlantılı ruhsal bir fenomen yoktur belki de. …İnsanı dünyadan bezdiren şey sınırsız haz peşinde koşulan hayattır çünkü böyle bir hayat sinirleri o kadar uzun süre azami tepki vermeye zorlar ki en sonunda hiç tepki vermez olurlar. …Dünyadan bezmenin özünde ayırt etme yeteneğinin körleşmesi yatar. …Şeylerin anlamlarının ve farklı değerlerinin, dolayısıyla da bizatihi kendi kendilerinin önemsiz şeyler olarak deneyimlenmesidir. Bezgin kişi her şeyi aynı yavan ve gri tonda görür; hiçbir nesne bir başkasından daha tercihe şayan değildir.” (‘Metropol ve Zihinsel Hayat’)


Ama Simmel hayata ‘evet’ diyen bir düşünür olarak günlük hayatın, görünür, somut ilişkilerin sosyolojisini yaparken metropolün aynı zamanda bir özgürlük olanağı sunduğunu da görmüştür: “…İnsanın kendisini hiçbir yerde metropol kalabalığında olduğu kadar yalnız ve kaybolmuş hissetmemesi de bu özgürlüğün öbür yüzüdür kuşkusuz. Zira başka yerlerde olduğu gibi burada da insanın özgürlüğü duygusal hayatına illaki rahatlık şeklinde yansımaz.”

Bireylerin toplamından ve onların üstünde soyut bir kategori olarak ‘toplum’un yerine oluş halinde, aktif bir süreç olan, bireyler arasındaki karmaşık ilişkiler ve etkileşimler ağı olarak ‘toplumlaşma’yı koyuyordu Simmel. Toplumlaşma “çatışmayı ve uyumu, çekmeyi ve itmeyi, nefreti ve aşkı, bağımsızlığı ve bağımlılığı… getirmektedir.” Bu anlamıyla Simmel belirsiz olanın sosyolojisini yapmaya çalışmaktadır.







Kasım 2009

K-KUDRETLİ FİKİR

...ÜZERİNDE BİR HAYALET DOLAŞIYOR




‘Ulus Baker fikri’nin kudreti


Pekâlâ da, deli gibi âşık biri için ‘sevgilinin fikri’, küçük bir çocuk için ‘annesinin fikri’, yaşlı biri için ‘geçmiş zamanların fikri’, o ezeli-ebedi varlığın fikrinden çok daha kudretli olabilir. Hatta o fikir onu çözüp dağıtsa bile…

‘Ulus Baker fikri’ kudretli bir fikir. Çözülmek ne kelime, birleşir, yayılırız o fikirle. Şu yazdıklarını, söylediklerini bir tarafa bırakalım (nasıl olacaksa), bu kadar az ölmeyi başarabilmiş birinin, bir ilişkileri birleştirme sanatı ustasının ‘Bize bıraktığı nedir?’ diye sorduğumuzda yanıtımızın ‘Yaşam!’ olması ne kadar coşku verici. İyinin ve kötünün ötesinde, varlığımızı sürdürme çabamızın mekânı yaşam. Artık “her neredeyse” ve bize bakabiliyorsa, belki o kadar çok sayıda değil ama, birilerinin, onun fikriyle şu “zorunlu ve cebri akışın” içinde varoluş kudretini yükseltecek bir güç bulduğunu görecektir.

‘Kullanışlı Bir Felsefe: Spinozacılık’tan bir alıntı: “Hayatını anlatırken Spinoza'nın anekdotlarından bahsedip durduk. Bir filozof için ‘yaşamöyküsü’ pek bir şey vermeyecektir. Bir yazar ya da sanatçıyı kavramak için gerekli boyutlardan biri olabilen yaşamöyküsü, genel olarak filozoflar hakkında pek bir şey anlatmaz bize. Filozoflar için, bize bıraktıkları anekdotlar önemlidir.”

Bir anekdot: “Önüne gelen bilgisayarda yazı yazıp, sonra da onu yarım bırakıp unutup giden ve mesele konuşulduğunda da ‘ben bişi yazmıştım ama...’diyen biriydi o.”



Bu anekdotun bize anlattığı nedir? Yazdıklarına, söylediklerine pek önem vermeyen, bir değer atfetmeyen birinin tutumu mu? Hiç değil. Tam tersine, fikirlere önem veren birinin onları kendi mülkiyetinden azat eden, çalmaya teşvik eden birinin tutumu. Biriktirmek için değil de aç olduğu için çalana ‘hırsız’ demeyecek birinin yayılışı: “Belki de gerçek entelektüeli bitirip bastığı yazılarıyla değil, yarım kalmış yazılarıyla ölçüp tartmak lazım.”


Ulus Baker’in fikirlerinin kudreti


‘Ethica’nın tanıtımı için yazdığı ‘Spinoza Kitabı: Ethica'nın Sırrı’nda “Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem ‘sokaktaki insan’ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin ‘jargonundan’ haberdar olan uzmanların, felsefecilerin deşifre edebilecekleri iki ayrı anahtarda, iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Spinoza'nın ‘Ethica'sı işte bu tür kitaplar arasında yer alıyor. Onu sokaktaki insanın okuyup anlayabilmesi, bütün teknik okuma ve takip etme zorluklarına rağmen, yalnızca mümkün değildir, zorunludur.” diyor.

Gerçekten de ‘Ethica’, ihtiyaç duyacağımız tek şeyin bir “anlama çabası emeği” olan metinlerden. Aynı şeyi Ulus Baker’in yazıları için de söyleyebiliriz. İlk bakışta dağınık, bölük pörçük izlenimi veren, akademik disiplinden azade, oldukça serbest fragmanlar gibi durmasına rağmen aslında kitaplaşmamış halleriyle bile biraz dikkatli okunduğunda düşünsel bir yol haritasının varlığı görülebilir Ulus Baker’in yazılarında. Ve asıl önemli olan da bu yazıların hiçbir entelektüel ödün vermeden ama ısrarla anlaşılmak için yazılmış olmaları: Geniş bir entelektüel birikimin çalıştırıldığı, her türlü fazlalıktan arındırılmış yalın sohbetler.


Birikim Yayınları, ‘Aşındırma Denemeleri’nden sonra, ağırlıklı olarak sinema ve montaj üzerine yazdıklarını ayrı bir derleme olarak daha sonra yayımlanmak üzere dışta bırakıp, Ulus Baker’in kapsamlı denebilecek bir yekûn tutan yazılarını ‘Yüzeybilim-Fragmanlar’ adıyla kitaplaştırdı. Özellikle editoryal çalışmanın, Ulus Baker’in fikri kaynaklarını ve kaynakların bayiliğini yapmadan fikirleri kendine nasıl mal ettiğini, düşüncenin göçebeliğine uygun bir yaratıcılıkla kaçış yollarını nasıl tarif ettiğini anlayabilmek için bir kolaylık da sunduğunu söylemek gerekli.

‘Rizom-düşünce’ başlığında ağırlıklı olarak Spinoza, Gabriel Tarde ve Gilles Deleuze’ün yapıtını tanıtan, metinleriyle söyleşen yazılar bir araya getirilmiş. Hayatı olumlayan felsefi düşünce geleneğinin -Deleuze’den Nietzsche’ye, oradan Spinoza’ya uzanan, Tarde’ın ekonomi-politiğe karşı ‘ekonomik psikoloji’yle dahil olduğu- izini süren yazılar bunlar.

‘Otonom-düşünce’ başlığında ise Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ‘İmparatorluk’u, Maurizio Lazzarato’nun da yer aldığı ‘gayrimaddi emek’ kavramının tartışılması ve otonomist düşüncenin farklı veçheleri üzerine yazılmış yazılar var.

Üçüncü başlık ‘Oluş-düşünce’, “vücutlar ve olayların her zaman şimdide var olduğu, eylemin sonsuz bir oluşun parçası” olarak kavrandığı yüzeybilim çalışmaları: Kadın-oluş, hayvan-oluş, azınlık-oluş…

‘Yüzeybilim-Fragmanlar’ Tanıl Bora’nın deyişiyle “zamanımızın (zamandışı) bir kahramanı”nın fikirlerini merak edenler, fikirlerin kudretine, kudretli fikirlere değer verenler için okunması elzem bir kitap.


Ekim 2009

M-MÜZİK, SADECE MÜZİK

ŞARKI “OKUMAK” LAZIM

Charlie Parker demiş ya “Çalış tekniğinizi çok beğeniyorum Bay Sartre.”, herkesin müziği vardır. Ve “Herkes sevdiğini öldürür” ise herhalde kendi müziğini de öldürür: Öldürdükçe ölüyoruz.

Bir şarkı, bir roman, bir film.. “Artık böyle yaşamak istemiyorum”, “Demek ki bende, demek ki sende bir de böyle bir şey varmış”, “Yeter artık”.. dedirtmiyorsa vardır bir eksiklik. Seri üretim, derinlik yoksunluğu falan... Belki de kabahatin çoğu onlarda... Ama ‘eğlenceli bir seyirlik’ten fazlasına her daim dudak büken, ‘heyecan’ yoksa ‘büyük laflar’dan sıkılan, “fonda bir müzik olsun”dan öteye geçmek istemeyene ne demeli. Elbette eğlenceyi, neşeyi küçümseyen 3. sınıf Meursault’ları ciddiye almamak gerek. Üstelik “neşe”de bir derinlik olmadığını da kim iddia edebilir. Derdimiz bu değil.


Derdimiz şu ki, bir şarkının peşinden gidecek kadar hayatı ciddiye alıyor muyuz? Suzanne’i Montreal’de St Laurent’in kıyısında aramaktan daha fazlasını, Suzanne’in aynasında kendimizi arayacak kadar ciddiye almak hayatı, yani şarkıları.

Yıldırım Türker anlattı bize Antony Hegarty’yi... ‘I’m A Bird Now’ın son şarkısı ‘Bird Gherl’. Bir de ‘What Can I Do’ var, birlikte dinlemek gerekiyor. “Ne yapabilirim” hayati bir sorudur, bazen unutursunuz ve hatırlamamak için epeyce de neden vardır. Ama işte bir şarkı yeniden sordurur size: “Ne yapabilirim?” Ve “bir şarkı soru soruyorsa cevap vermek zorunda hissedersiniz kendinizi”.

İyi şarkılar, basit gibi görünen soruları dahi hayati önemi haiz kılan ve kıvrana kıvrana cevaplar aratan bir haleye sahiptir. Hayatınızın farklı dönemlerinde ‘soruları’ başka türlü anladığınız, cevapları da başka başka verdiğiniz; ama her yeni ‘okuyuşta’ doğru soruya ve doğru cevaba biraz daha yaklaştığınız şarkılar.

“Şarkı Okuma Kitabı” Bülent Somay’ın kendi ‘değişen’ sorularını ve cevaplarını tartıştığı, “şarkıyı ‘yazı’nın alanına çekerek, yazının büyüsüyle şarkının büyüsünü, sözü ve sesi bir de bu açıdan hemhal ettiği” denemelerinden oluşuyor.
Şarkıların ‘okunduğu’ (Müzeyyen Senar, Zeki Müren şarkı ‘okurdu’) ve ‘okunması gerektiği’nden (metin olarak şarkı) yola çıkıp “Şarkı iki dillidir, sözüyle ve sesiyle kavrar, ikna etmeye çalışmaz ama ağza, zihne takılır” diyor kitabın önsözünde. Aslında kitaptaki tüm denemeler de böyle, zihnimize takılan bir şarkı gibi tekrar tekrar okumaya sevk eden ama illa da ‘ikna etmeye’ çalışmayan.


Suzanne’in aynası

Denemelerde Leonard Cohen’in daha fazla yer tutuyor olması Bülent Somay’ın Cohen sevgisiyle ilgili değil sadece, Cohen metinlerinin ‘okunmaya’ son derece elverişli olmasıyla da ilgili:

Ve Suzanne sana bakacağın yeri gösterir,
çöpler ve çiçekler arasında
Yosunlar içinde kahramanlar,
sabah vakti çocuklar vardır
Aşkı tutmaya uzanırlar hepsi,
ve böyle uzanacaklar daha
Suzanne aynasını tuttukça


Malum Platonik aşk “bütünleşme” üzerine kuruludur. Vaktiyle “bir” olan varlıkların ayrı bir varlık olduktan sonra yeniden bütünleşmek için birbirlerini aramaları ve çoğu durumda da bulamamaları. Bulunca da birbirlerinde “erimeleri”. Yani ‘ben’ ya da ‘benler’ yok burada, ‘bir’ var sadece. Çoğu durumda da o ‘bir’ ‘erkek-bir’dir. Aşk burada başlamaz. “Bir kadın, bir erkek, bir ‘öteki’ çıkıp, bize varlığından haberdar olmadığımız, kuşku bile duymadığımız bir ‘ben’imizi aynasında gösterdiğinde, o ‘ben’e, kendimizdeki yeniye, hayret verici, şaşırtıcı olana âşık oluyoruz. Yeterince narsisist isek işler burada kalabilir. Ama eğer narsisizmimiz hastalık raddesine varmamışsa, o ‘ben’ üzerinden aynaya, aynayı tutana âşık oluyoruz.” Aşk burada başlıyor.

Herkes sevdiğini öldürür

‘Slavoj Zizek’e Açık Mektup’unda “...gerçekten radikal olan yegâne iki dünya görüşünü, Marksizmi ve Psikanalizi, bir araya getirmeye çalışanlarımız için bir tür deniz fenerisin...” derken, bizim yorum yapmamıza gerek kalmadan, ‘yazarken’ temelde ‘nereye’ dayandığını ifade ediyordu Bülent Somay. Buradaki denemeleri, sanırım biraz da böyle okumak gerekiyor:Marksizm ve Psikanaliz birlikteliğinin metin çözümlemelerinde ‘bir’ uygulaması.

‘Famous Blue Raincoat’(Meşhur Mavi Yağmurluk) ya da ‘Moon Over Bourbon Street’i(Bourbon Sokağı Üzerinde Mehtap)‘okurken’ bu ‘uygulama’ daha da belirgin: “Peki erkek aşkı niçin sevileni nesneleştirmeyi ve en sonunda öldürmeyi içeriyor ille de?” diye sorduktan sonra, “Bir cevap denemesinde bulunabilirim: Belki de biz âşık erkekler turistlere benziyoruz biraz. Yaşadığımız her hoş, sevinçli ânı yanımızdan ayırmadığımız fotoğraf makinemizle ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. ...Tek ölümsüz zaten cansız olandır.” diye yanıtlıyor yazar. Ama burada kalmıyor. Hemen hemen bütün denemelerin ruhundaki en değerli yan olan “‘Ne yapabilirim’ sorusuna cevap verme çabası” bizi diri tutuyor: “Kurbanımın ölümünü paylaşmayı deneyemez miyim mesela?Bunun bir tek yolunu görebiliyorum: Kendi öldüğüm anları hatırlamak; sevgiyle öldüğüm anları. ...Hepimiz sevgiyi ve ölümü tanıdık. Mesele hatırlamakta."

Nisan 2009

M-MUNDIAL


DÜNYANIN EN GÜZEL BREZİLYALARI


Dua etmeyi hiç bilmem. Hani derler ya ‘Bildiğin bütün duaları et!’... Yok yani, bildiğim bir dua yok. Lise 2. sınıfta din dersinin hocası herkese kelime-i şahadet getirmeyi öğretiyor. Sıra bana geldi, “Bilmiyorum” dedim. İyi bir adamdı. “Tamam” dedi, “sen en sona kal, diğer arkadaşlarını da dinlersen ezberlersin”. “Yok” dedim, “söylemem, ben ateistim”. Güldü... “Peki” dedi, “seni muaf tutalım”.

Aylardan mayıstı, onu iyi hatırlıyorum çünkü İnönü’de Fener’in Galatasaray’ı 2-1 yendiği maça mahalledeki çocuklarla birlikte gitmiştik. Maçtan sonra sahaya inip, birkaç ısırıklıktan sonra sinirle atılan ayvaları toplamıştık... Gömleğimin altına annem bir cep dikmişti, içinde Fener’in o yılki kadrosunun kartpostalı vardı ve hepsini de ezberlemiştim... Heyhat yıllardan 1971 idi ki bunu sonradan söylediler... Nereye gitmişti benim babam, o kadar da ezberlemiştim ben o kadroyu. Her birinin formasının göğsüne parmağımı bastırıp bu,bu, bu diye sayacaktım isimlerini. Ki parmağımı koyduğumda üzerlerine formaların kıvrımlarını bile hissederdim. Ama yoktu işte, gitmişti benim babam. Ve sonra dediler ki büyük çocuklar “Senin baban komünistmiş, polisler yakalamış” Ve ben de dedim ki büyük çocuklara “Babam hepinizin anasını siksin!”

Babam çok uzun zaman sonra geldi. Annemin elinde leğen vardı, suyunu dökecekti. Elinden yere düştü leğen, her yer sabun köpüğü oldu... Fener’in kadrosu hâlâ ezberimdeydi ama en güzel çıtalı uçurtmaları yapan, plastik arabalara en fiyakalı telleri takan, onlarca çizgi romanı olan kuzenimin ezberlettiği bir kadro daha vardı kalede Sabri.. diye başlayan.

İtalya ‘90’dan iki ay kadar önceydi. Okuldan çıktım, Vezneciler’e doğru yürüyordum. Ta uzakta amcamla kardeşimi gördüm. O an babamın öldüğünü anladım...

Mezarlıktayız. Kulaksız Mezarlığı... Dua ediliyor. Ben dua etmeyi bilmem... Ama bilirim: Ayaktakiler : Yavuz, Şükrü, Ziya, Ercan, Yaşar, Fuat. Oturanlar : Zeki, Nedim, Yılmaz, Ogün, Selim.

’74 Dünya Kupası’nda televizyonumuz yoktu. Breitner’in Yugoslavya’ya attığı golü Tophane Tayfun Gençlik Kulübü’nün lokalinin penceresinden seyretmiştim. Doğan Babacan’ın maçını (Batı Almanya-Şili) hiç ses çıkarmadan, askeri bir disiplin içinde bakkal Şeref’in evinde... Sparwasser golü attığında galiba ben günün altıncı, yedinci, sekizinci.. maçında kendi golümün sevincini yaşıyordum. Sanon’un golünü Siirtli çocukların evinde seyretmiş olabilirim çünkü ertesi gün kimse ‘kalede Zoff’ olmamıştı... Bir de Ataköy Taksi durağında babamla birlikte Hollanda-Brezilya maçını seyretmiştim. O zaman durakta çalışıyordu. Benim dışımda herkes çok üzülmüştü Brezilya’nın yenilmesine.

‘78’de bütün maçları evde seyrettik ve Arjantin’in Peru’ya attığı 4. golden sonra babam öfkeyle önce faşizmin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmış 6. golden sonra ise Cubillas’ın anasından Kempes’in, general Videla’nın karısından devam etmişti ki öyle küfürbaz biri de değildi.

Beşiktaş şampiyon olduğunda mektup yazmıştı bana Almanya’dan: “Bir sonraki de ‘96’da mı?” diye 14 yıl sonra şampiyon olmamızla dalga geçerek... “Senin baban komünistmiş” diyen büyük çocuklar yoktu ve Brezilya’nın şampiyon olmasını o kadar çok istiyordum ki Arjantin’i 3-1 yendikleri maçta Zico’nun golüne anlamsız böğürtülerle karşılık verdiğim sevinç nidasını annemin korku dolu gözlerle seyredişini hiç unutmuyorum.


’86 birlikte seyrettiğimiz son Kupamız oldu. En güzel Kupa da ’86 mıydı ne? Ben Arjantin’e karşı artık pek husumet duymuyordum. Bir önceki Kupa bittikten bir yıl sonraydı galiba, rastgele bir telefon numarasını kulübeden arayıp karşıma çıkanlara “Dünyanın en zengin 10 generalinden bir kim, biliyor musunuz: Tahsin Şahinkaya...” diye başlayan ezberlediğim bir metni okuyordum. Bir gün karşıdaki tanımadığım ses beni dinledikten sonra “Peki dünyanın en büyük futbolcusu kim, siz onu biliyor musunuz?” diye sormuştu. Önce şaşırıp, sonra “ Tabii ki Pele” demiştim. Ardından adam, Pele’nin büyük futbolcu olduğunu fakat gelmiş geçmiş en büyük futbolcunun Maradona olduğunu son derece ikna edici bir şekilde anlatıp “’86’da görürsün” demişti. O yüzden gruptan çıkmalarına çok sevinmiştim. Babamsa hiç hoşlanmadığı halde İtalya’yla berabere kaldıkları maçta İtalya’yı tutmuştu. Dünyanın en güzel Brezilyaları bu kez Fransa’ya yenilip elendiğinde bir burukluk vardı ama hiç kimse o kadar üzülmemişti. Galiba o maç dünyanın en güzel maçıydı.


Moda’da bodrum katta tek odalı bir yerde kalıyordum ’90 Dünya Kupası’nda. Küçük bir televizyonum vardı ve bütün maçları tek başıma burada seyrettim. 24. Haziran 1990’da Torino’nun Comunale stadında Brezilya’yla Arjantin 2. tur maçı oynuyordu. Arjantin, maçın bitmesine 10 dakika kala Caniggia’nın attığı golle Brezilya’yı eledi. Maçın son 10 dakikasında değil 90 dakika boyunca ben ağladım ‘dünyanın en güzel Brezilyaları’duasını mırıldanarak: Leonidas, Barbosa, Ademir, Didi, Garrincha, Pele, Vava, Jairzinho, Rivelino, Zico, Socrates...

Haziran 2006

24 Mayıs 2010 Pazartesi

O-OBJEKTİF REALİTE


Şu ekran, sabah dokuzdan beri şu altıncı sigara (paketteki son sigara),
Yanlış zamanda çalan şu müzik (“Walk in silence, don't walk away, in silence...” ), yerde nakavt olmuş oyuncak (Buzz Lightyear), bak yine işveyle “Hadi gel” diyen caddenin karşısındaki ağacın ince dalları,
pencereden sadece alt kısımları görünen ve galiba bugün hava güzel olacak yanılsaması yaratan bulut (hava durumu serin olacak diyor oysa), buradan görünmeyen atmosferin üst tabakaları, buradan görünmeyen Ay’daki kraterler, buradan görünmeyen Satürn’ün halkaları (buzdan oluşmuş, patenle kayılabilir yani) buradan görünmeyen Güneş’e yakın bir yer, buradan görünmeyen Samanyolu’nun dış çeperleri, buradan görünmeyen kara delikler (“Yut beni, em beni”),
yeni doğmuş yıldızlar, sönmekte olan yıldızlar (belki hayat vardı ve bitti), buradan çok net görülebilen evrenin tamamı (tamamından sonrası görünmüyor, öncesi de…)…

İşte bütün bunlar; astronomik, jeolojik verilerine, canlıların hafızalarına falan bütün ayrıntılarına varıncaya dek sanki milyarlarca yıldır varmış gibi bütün kanıtlarıyla seni ne kadar çok seviyorum demek istediğimden iki dakika önce yaratıldı. Şimdi kimse buna inanmaz, oysa tamamen gerçek. Körler onları görmese de yıldızlar vardır.

23 Mayıs 2010 Pazar

K-KUPA İKİLİ


"İki kupa ası kupa ikili etmeyebilir,
tebessümün ne anlama geldiğini
öğrenmeye başlasanız bile..."





Medineli tacir Zeyd bin Hikmet'in gelir-gider defterine düştüğü dipnottan

21 Mayıs 2010 Cuma

S- SESLERİ ÇALAN İBNİ HAKAN EL BUHARİ VE KRALİÇE CELİLE’NİN ÖYKÜSÜ


Bu öykü “1001 Gece Masalları”nın İngilizce ilk çevirisi (1841, Edward Lane) dışında başka dillerdeki herhangi bir çeviride yer almayan kısa bir meselin Samuel L. Coleridge’in sürdüğü izle gün ışığına çıkarılmış. Fakat Arap Edebiyatı tarihçileri, Coleridge’in fazlasıyla oryantalist olduğunu düşündükleri "1001 Gece Masalları” tutkusunun objektif bilgilere dayanmadığı fikriyle öykünün orijinal olmadığını, yeni çevirilere eklenmesinin hatalı olacağını öne sürmüşler ve sonraki baskılarda bu öyküye yer verilmemiş. Coleridge’in Kahire Devlet Kütüphanesi’nde yaklaşık altı ay süren okumaları sonucu toparladığı öykü yalnızca, İspanyolca yayımlanan ve okurlara elden dağıtılan “Doğu Düşleri” dergisinde çeviri olarak yer almış. Derginin bir nüshası tesadüfen Bioy Cesares’e ve tahmin edebileceğiniz gibi onun eliyle Jorge Luis Borges’e ualaşmıştır. Borges orijinal metne (Coleridge’in toparladığı metin) sadık kalmakla birlikte bir “Borges öyküsü” olarak kurgulamış ve 1947’de yayımlanan “Yolları Çatallanan Bahçe’nin ilk baskısına koymuştur. Daha sonraki baskılarda ise yer almamaktadır.

SESLERİ ÇALAN İBNİ HAKAN EL BUHARİ VE KRALİÇE CELİLE’NİN ÖYKÜSÜ

Sözüne güvenilir tarihçilerin anlattığına göre (gerçi her şeyi bilen bir tek Allah’tır) Kraliçe Celile’nin bolluk ve bereket dolu 20 yıl süren yönetiminin kutlamalarının ertesi günü, sarayın edebiyat ve güzel sanatlar danışmanının asma bahçede yaptıkları rutin edebi sohbette Kraliçe’ye anlattığı bir öyküden sonra Kraliçe sonsuz bir suskunluğa gömüldü. Öyküde anlatılanın ne olduğunu bir Kraliçe, bir danışmanı ve rivayete göre bir de mor benekli muhabbet kuşları biliyordu. Kraliçe’nin sonsuz suskunluğunun anlattığı öyküden kaynaklandığını anlayan danışmanın, kellesini kurtarmak için saraydaki bütün mor benekli muhabbet kuşlarını tek tek yakalayıp öldürdüğü söylenir. Derler ki danışmanın hiddetinden kaçmayı başaran tek kuşun dölleri o zamandan beri hep bu öyküyü anlatır. Bulgar kuşbilimci Stepanov’un uzun yıllar süren çalışmaları sonucu ulaştığı veriler bunun, etkisini noktalama işaretlerinden alan şiirlerin bir listesinden başka bir şey olmadığı, muhtemelen Kraliçe’nin üç noktalarla (…) yazılmış bir şiiri duyduğunda (Şirazi’nin ‘Aynada Bitmeyen Aynalar’ şiiri olması pek muhtemel) sonsuz susksunluğunun başladığı…

Kraliçe Celile’nin suskunluğu adım adım saraya, şehre, ülkenin ve sessizliğin gidebildiği en uzak mesafelere kadar yayıldı. Karıncaların taşıdığı ekmek kırıntılarının toprakta çıkardığı sese dahi katlanamayan Celile, kendi sessizliğiyle ülkenin sınırlarını aşan koca bir coğrafyayı yok oluşa sürüklüyordu: Önce çocuklu aileler en uzak şehirlere göç etti, sonra çeşitli meslek erbabı ya işyerlerini kapattı ya da onlar da en uzak yerlerde aradılar ekmek paralarını. Askerler hiçbir talim yapamadığından bütün savaş hünerlerini kaybetti. Gerçi onlara artık ihtiyaç yoktu, çünkü kimse bu savunmasız ve kasvetli ülkeyi fethetmek istemiyordu. Kedilerin mırıl mırıl, derelerin şırıl şırıl, güneşin pırıl pırıl sesinin çekildiği Celile’nin ülkesi tacirlerin, serserilerin, savaşçıların ve peygamberlerin çok çok uzağından geçmeyi tercih ettikleri bir vebalı gibiydi.

İbni Hakan el Buhari Şam’ın kenar mahallelerinden birinde yaşayan bir oyuncak ustasıydı. Nasıl çalıştığını yaptıktan sonra kendisinin de hatırlayamadığı oyuncaklar yapardı. Japon Çocuk Folkloru Enstitüsü’nün çalışmalarıyla derlenen verilere göre el Buhari’ye ait olduğu kesinleşen oyuncakların sayısının 16 olduğu söyleniyor. Belki ulaşılamamış kayıtlarla birlikte bu sayının en fazla 19 olduğu da belirtiliyor. Buhari’nin bir oyuncağı 2-3 yılda yaptığını ve bunu da ihtiyacı olan birine düşük bir ücretle verdiği bir efsane olsa da geçimini asıl oyuncak tamirciliğiyle sağladığını Arap tarihçiler de doğruluyor. Bugün Kahire Tarih, Şam Devlet ve Tokyo Oyuncak müzelerinde el Buhari’ye ait toplam yedi sesli oyuncak bulunuyor. Henüz keşfedilemeyen bir teknikle konuşan bebek, öten kuş, havlayan köpek oyuncakları münzevi bir yaşam sürdüren El Buhari’nin hiç istemediği halde ününün bütün Arap coğrafyasında yayılmasına neden olmuştu.

El Buhari 39. yaşının ortalarında bir akşamüzeri elindeki aletleri çalışma masasının üzerine bırakıp mangalda ağır ağır pişen kahvesine bile bakmadan dükkânından çıktı ve bir daha geri dönmedi. Aylar süren yolculuğunun sonunda Kraliçe Celile’nin ülkesine geldi. Kimse kim olduğunu, nereden geldiğini sormadı. Ve hatta kimse bu kasvetli ülkeye bir yabancının gelmesine de şaşırmadı. Ve kimse sarayın loş, karanlık koridorlarından Celile’nin odasına çıkan el Buhari’yi engellemedi.


Vaktiyle Beatriz Viterbo’nun öyküsünde anlattığım o şeyi el Buhari de görmüştü Celile’nin odasında: Her şey sonsuz sayıda şeye denkti, çünkü her noktasından her şeyi açıkça gördü. Kabarık denizi, tansökümünü ve günbatımını, siyah bir piramidin merkezindeki örümcek ağını tüm berraklığıyla gördü. Sanki aynadaki gibi onda kendilerini izleyen çok yakın bitimsiz gözler gördü. Gezegendeki bütün aynaları gördü ve hiçbiri onu yansıtmadı. Otuz yıl önce dükkânının sokağındaki bir evin avlusunda görmüş olduğu döşemelerin aynısını gördü. Salkımlar, kar, tütün, maden damarları, su buharı gördü. Çöllerdeki tümsekleri ve kum tanelerinin her birini gördü. Çocukken okuduğu bir kitabın her sayfasıyla her harfini aynı zamanda gördü. Koyu kanının dolaşımını, aşkın birleşimini ve ölümün dönüşümünü gördü. Celile’nin yüzünün bütün açılarından yeryüzünü, yeryüzünde Celile’nin yüzünü gördü. Kendi iç organlarını gördü ama sadece onları gördü. Celile’nin başka bir yüzünü gördü, başka bir yüzünü gördü, başka bir yüzünü gördü, başka bir yüzünü gördü, başka bir yüzünü gördü, başka bir yüzünü gördü, başka bir yüzünü gördü… Ama yetmedi, daha fazlasını görmek istiyordu, daha fazlasını, her şeyi görmek istiyordu. “Daha fazlası yok” dedi yıllar süren suskunluğunu bozan Celile, “her şeyi anlattım”.
“Ben” dedi el Buhari yaşlı gözlerle, “beni anlatmadın.”

Medine’li tacirlerin sıkıntıyla yazılmış gelir-gider defterlerinde el Buhari’nin, güneşten alınmış bütün sözlerde kendini bulmak için suskunluğa gömülmüş nice kraliçeyi konuşturduğu ama bunun hâlâ bir işe yaramadığına dair dipnotlara rastlanmıştır ki Kabala'yla uğraşan Yahudi bilginlere göre el Buhari bir oyuncak ustasıydı.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

D-DÜNYANIN EN GÜZEL SESLERİ


35'inde ve şarkı söylüyor. Dünyanın en iyi sesi falan değil. Öyle derdi de yok zaten. Belki derdini anlatmanın farklı yollarını arıyor. Belki şarkı söylemek bir şeyin bedeninden kaynaklandığını en iyi hissettiği şey. Belki rutini kırmak, katlanılmayacak pek çok şeye direnmek. Ya da sadece öyle işte, şarkı söylüyor, gerisi o kadar da önemli değil.
Önemli, o kadar çok önemli ki. Dünyanın en güzel sesi. Daha iyisini dinlemedim. Kim Gordon mu, yanına bile yaklaşamaz.Ve bu konuda çok objektifim, çünkü o benim arkadaşım ve onu çok seviyorum.


17-18'inde herhalde. Grubun vokalisti. Blues söylüyor. Janis Joplin'i yorumlamış bir de kısacık boyuna bakmadan. Birileri videoya almış bir barda çaldıklarında. Nasıl da ciddi. Arada su içiyor boğazı kuruduğunda. Belli ki sahnede şarkı söylemeyi seviyor, ama o kadar da büyütmüyor, çok önemli değil. Önemli, o kadar çok önemli ki. İnanın ki bu kadar hüzünlü blues söyleyen birini dinlememişsinizdir. Billie Holiday de dahil.Ve bu konuda çok objektifim, çünkü o benim arkadaşım ve onu çok seviyorum.


Artık kimse iyi müzikten anlamıyor.

11 Mayıs 2010 Salı

H-HAYAL


Seni o kadar çok hayal ettim ki artık bir hayalsin.

Victor Hugo

F-FEMME FETTAN -2



FİTNE: Ateşle yakma, ateşe atma. Sınama, sınav. Fikir ayrılığı ve kargaşa Yoldan çıkma. İç savaş.

FETTAN: Fitne eden, sınayan .

MEFTUN: Aklını kaybetmiş, büyülenmiş. Yanmış, baştan çıkmış.

F-FEMME FETTAN-1

‘Femme Fatale: Sevilmeyen Kadın’ iyi bir yazı. Bir kere derdini açık ve güzel anlatıyor. Yani keyifle okunuyor. Sorun ne?

“Öyleyse ‘Femme Fatale’ın hem ataerkil sistemce hem de klasik feminist söylemce dışlanışı bir sürpriz olmamalı. Çünkü ‘fatale’ kendisinden başkasını sevmez ve de kendisinden başkasına hizmet etmez. Fatale hiç kimsenin kadını olmadı.”


Bu son paragraf... ‘Fatal’ın dışlanmasının bir sebebi “kendisinden başkasını sevmemesi”. Narsisist yani. Bunu mu öneriyor yazar. Bu iyi bir şey mi?

(…) “çağımızın yaşayan ‘femme fatale’ı Madonna evlenip iki çocuğa karışmış ve hepimizin gözleri önünde evcilleşmiştir.”

Femme fatale yaşayan bir karakter değil, edebiyatın, sinemanın yarattığı bir tip. Bazı kadınlar okudukları romanda, seyrettikleri filmdeki tiple özdeşleşirler, işte bu benim derler ya da o kadınlardan yola çıkarak edebi, sinematografik tipler yaratılır. Hangisi önce, hangisi sonra, başta bunun önemi yok. Görsel imajların gittikçe daha güçlendiği zamanlarda yani sinema çağında sanki imaj yaşayan karakteri koşullamaya başlamış, bazı kadınlar kendinde olan yanları sinematografik bir karakterde görmenin ötesinde, “öyle” olduğunu varsaymış, aslında öyle olmaya çalışmış gibi. Yaşayan bir karakterle bir imaj hiçbir zaman örtüşmez, imaj gerçek karakterin “gereksiz” kısımlarının sanki safraymış gibi atıldığı, “işte bu ben” denebilecek bir yoğunluk hali. Femme fatale bir imaj, edebi-sinematografik (ya da bir pop ikonu) bir tip. Bazen bu çakışır ve Madonna gibi gerçek bir karakterle örtüşür. Evet... Ama örnek sorunlu gibi. Bir pop ikonunun ne kadar “gerçek” olduğu ayrı bahis, sistemin ona uygun gördüğü yeni imajının “ehlileşmiş fatale” olduğu ise asıl mesele. Çünkü... Madonna kadın, şarkıcı, oyuncu, anne.. belki komik biri, saksıda çiçek yetiştiriyor falan. Bir tane Madonna yok yani. Taş gibi göğüslerle çocuk emzirme ihtimali fatale’a uymuyor. Oysa belki emzirmiştir. Belki soğan falan da doğramıştır. Bu da uymaz. Evet, eğlence endüstrisi Madonna’ya yeni bir imaj biçmiş olabilir ama bu sadece onun başka yanlarının da olduğu anlamına da gelebilir. Belki de ‘Madonna pozu’ndan artık sıkılmış, neyse o halini göstermek istemiştir. Kendi sterotipleştirilmiş femme fatale imajına reddiyedir belki.

“Ölüm ve aşk oyununu şahsında birleştiren “fatale” karadul örümceği misali erkekte vajinafobyayı uyandırmaktadır. Kadının vajinafobya ile erkekte iktidar sahibi oluşu feministlerce, kadının “vücut” yoluyla yaptığı bir eylem olmasından dolayı aşağılanır. Yoksa kadın entelektüel işlevlerde (politika-bilim-sanat) erkekle yarışmalı; beyin-akıl bölümünü ataerkil sistemde olduğu gibi erkeklere bırakmayıp vücuda saplanmamalıdır. Bu düşünce klasik Platoncu ve sonrasındaki aydınlanma çağı zihniyetinin bir ürünüdür ve maneviyatın madde üzerindeki üstünlüğüne dayanır.”


Savaşta ve barışta erkeklerin cinsel organlarını ceza aracı olarak kullandığını biliyoruz. Bunu değiştiremiyorsak ya da bunu değiştirmenin bir yolu olarak kadın (femme fetale) kendi cinsel organını ceza aracı olarak kullanabilir. Bir çeşit intikamcı. Hadi diyelim ki, olabilir. İntikamcı ezilenlerin hislerinin tercümanı olur, düşmanı paralize eder, korkutur. Yani bunun iyi bir şey olduğunu varsayıp işe yarayacağını kabul edelim. Yine sorun “femme fatale kimdir”e geliyor. Bir imaj mı, gerçek mi? Bir imaj olarak femme fatale’ı sevmemiz tam da onun intikamcı halinin bizde yarattığı katharsisle ilgili. O iktidarlı adamın göt olmuş haline bakıp Marlene Dietrich’i, Rita Hayworth’ü Jeanne Moreau’yu seviyoruz. Gerçekteyse ne oluyor. Çok ender durumlar hariç kadınlar erkekleri sikemez. Fiziksel mânâda değil. Erkeğin kendini sikilmiş, aşağılanmış, paralize olmuş, “vajinafobyaya uğramış” hali hâlâ istisnadır. Hele ki iktidarından edilmiş olsun bir de. Olan şudur: “Hepinizi siktim” dediği anda “yaşayan femme fatale” çoğunlukla sikilmiş olur.

Vajinanın ve işlevlerinin maddi (vücuda ait), beynin ve işlevlerinin manevi (ruha ait) olduğunu söylemek kadar saçma bir şey olabilir mi? Mide ve işlevleri ne, maddi mi manevi mi? Feministler “vücut yoluyla” yapılan eylemleri aşağılar mı, Platoncu ruh-beden ayrımının devamı bir fikirle? Eğer bu doğruysa sporu, dansı ya da vücuda vurgu yapan başka şeyleri de mi aşağılar feministler? Yoksa vücudun ve işlevlerinin araçsallaştırılmasına, vajinanın intikam organı olarak kullanılmasına mı karşı çıkarlar.