28 Mayıs 2010 Cuma

Ş-ŞEHİRDE

MODERNLİĞİN VE METROPOLÜN SOSYOLOĞU: GEORG SIMMEL



Şöyle bir tuhaflık var: Bizzat öğrencisi olmuş, Benjamin gibi epeyce etkilenmiş, Lukacs gibi önce epeyce etkilense de daha sonra hoyratça eleştirmiş fikir insanlarının –Mannheim ve Bloch’u da katmak gerekli- bir hayli bilinir olmalarına karşın neredeyse 80’li yıllara kadar Simmel’in ‘dışarıda kalması’… Çünkü Simmel yazdığı yıllarda epeyce tanınmış bir sosyolog, filozof, yazar. Öyle ki derslerine girebilmek bir olay. Hatta kadınların henüz Alman üniversitelerine kabul edilmediği bir dönemde ‘konuk öğrenci’ olarak derslerine girebilmelerine (Kadınlar tarafından el üstünde tutulması sadece bununla ilgili değil. Toplumsal cinsiyet ve aşk üzerine epeyce düşünmüş, yazmış olmasından başka ayrıca kendine özgü halesinin de etkisi olsa gerek) olanak tanıması, Berlin’in entelektüel ve sanat camiasının aranılan ismi olması, hele ki ‘Felsefi Kültür’ adlı kitabının ilk baskısının 10 bin adet yapılıp altı haftada tükenmesi falan düşünüldüğünde Simmel’in uzun bir süre unutuluşa terk edilmesi oldukça tuhaf.



Aynı dönemde yazdıkları, sosyolojinin ne olduğu ve ne yapması gerektiği üzerine benzer dertlere sahip oldukları düşünülürse tıpkı Gabriel Tarde gibi Simmel’in de hemen hemen aynı zamanlarda yeniden gündeme gelmesi ‘ihtiyaç’ diye de düşünülebilir.

Simmel, modern kültür, kent ve birey arasındaki ilişkiler üzerine kapsamlıca düşünen ilk düşünür-sosyolog-filozoflardan. Sosyolojinin bağımsız bir disiplin olarak kurulmasına önderlik ettiği kadar, bugün ‘disiplinlerarasılık’ dediğimiz bir bakışın ve yazma biçiminin de en yetkin örneklerini vermiştir. ‘Yabancı’, ‘Meceracı’, ‘Yoksul’, ‘Soylu’… gibi toplumsal tiplerle; moda, yemek, seyahat, para ekonomisi, çatışma, tahakküm… gibi toplumsal etkileşim biçimleriyle ilgili yüzlerce makale-denemesinin geniş ve çok yönlü entelektüel bir birikimin devreye sokulduğu ama hiç de akademik olmayan, zaman zaman şairane zaman zaman bir estet inceliğiyle yazılmış olması, tutucu akademik çevrelerin onu küçümsemesinin nedenlerinden biri olsa da (Yahudi geçmişi ve epey bir süre sosyalizme yakınlığının da bu küçümsemede etkisi olsa gerek), aynı zamanda ‘popüler bir entelektüel’ olarak yazdığı dönemde gördüğü hüsnü kabulde önemli bir etken olsa gerek.

Bütün o geniş ilgi alanlarına rağmen, Simmel için ilk elden söylenecek olan onun kentin ve Baudelaire’nin nitelendirmesiyle “modernliğin ilk sosyoloğu” olduğudur: “Dünyadan bezmişlik (blasé) tavrı kadar metropolle doğrudun doğruya bağlantılı ruhsal bir fenomen yoktur belki de. …İnsanı dünyadan bezdiren şey sınırsız haz peşinde koşulan hayattır çünkü böyle bir hayat sinirleri o kadar uzun süre azami tepki vermeye zorlar ki en sonunda hiç tepki vermez olurlar. …Dünyadan bezmenin özünde ayırt etme yeteneğinin körleşmesi yatar. …Şeylerin anlamlarının ve farklı değerlerinin, dolayısıyla da bizatihi kendi kendilerinin önemsiz şeyler olarak deneyimlenmesidir. Bezgin kişi her şeyi aynı yavan ve gri tonda görür; hiçbir nesne bir başkasından daha tercihe şayan değildir.” (‘Metropol ve Zihinsel Hayat’)


Ama Simmel hayata ‘evet’ diyen bir düşünür olarak günlük hayatın, görünür, somut ilişkilerin sosyolojisini yaparken metropolün aynı zamanda bir özgürlük olanağı sunduğunu da görmüştür: “…İnsanın kendisini hiçbir yerde metropol kalabalığında olduğu kadar yalnız ve kaybolmuş hissetmemesi de bu özgürlüğün öbür yüzüdür kuşkusuz. Zira başka yerlerde olduğu gibi burada da insanın özgürlüğü duygusal hayatına illaki rahatlık şeklinde yansımaz.”

Bireylerin toplamından ve onların üstünde soyut bir kategori olarak ‘toplum’un yerine oluş halinde, aktif bir süreç olan, bireyler arasındaki karmaşık ilişkiler ve etkileşimler ağı olarak ‘toplumlaşma’yı koyuyordu Simmel. Toplumlaşma “çatışmayı ve uyumu, çekmeyi ve itmeyi, nefreti ve aşkı, bağımsızlığı ve bağımlılığı… getirmektedir.” Bu anlamıyla Simmel belirsiz olanın sosyolojisini yapmaya çalışmaktadır.







Kasım 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder