29 Ağustos 2009 Cumartesi

H-HATIRLAMANIN EZİYETİ


İlle de uzaktaki bir zamanın, ölçülebilir yakınlardaki bir zamanın; hatırlanmak istenmeyen, unutulmak istenen bir zamanın değil de, "değil de"den hemen önceki, "önceki"den, "ki"den, "i"den önceki ânın eziyeti... "Eziyeti"nden sonrasının da hemen öncesi olacağını bilmenin eziyeti...

27 Ağustos 2009 Perşembe

M-MECİT, TANE TANE...


Mecit şarkı söylemeyi seviyor. Sesi de kendi gibi, tane tane ve hafif. Sabahat bundan hoşlanmıyor ve Mecit’i boynuzluyor. Adam kamyon şoförü, kısa boylu kalın bacaklı…
Mecit Sabahat’ın yüzünü bir topluiğneyle, ince ince çalışarak gren gren yok ediyor. Mecit’in abisi bu intikamı fazla sembolik buluyor ve kahvede spor toto oynarken birden ayağa fırlayıp karşıdaki bakkalın ekmek bıçağını kapıp birkaç masa ötede oturan şoförü bıçaklıyor. Mecit’in kız kardeşinin tepkisi ise daha farklı oluyor: Pencerenin kuytuluğuna tünemiş kumrunun (“gu-gu-guuk-uu-guuu” diye ötmesinden mülhem ‘üsküdaragidelimkuşu’ da denir:üs-kü-dara-gi-delim.) sinir bozucu tekdüzelikteki sesinden delirince (hastanede ısrarla “Ben deli değilim, asabiyim” dese de…), o zamanlar kadınlar ‘vajina’ demedikleri için her “am” deyişinde kahkahaların atıldığı Sabahat’ın yatak odası hikâyelerini dinlemek ve dinleyerek iyileşmek için Sabahat’la ilişkisini koparmıyor. Oysa küçücük bir kızken, Mecit onu tane tane omzunda taşırmış hep.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

G-GEORG TRAKL

GECEYE ŞARKI
1
Bir nefesin gölgesinden doğma bizler
Dolanıp durmaktayız terk edilmişliklerde
Bizler, yani sonrasızlıkta yitirilenler,
Kurbanlarız, adandıklarımızı bilmezcesine.
Dilenciyiz sanki, yok benim diyebileceğimiz,
Kapalı kapılar önünde birikmiş delileriz.
Körler gibi kulak kabartmışız, içinde
Fısıltılarımızın yitip gittiği sessizliğe.
Hedefi olmayan yolcularız bizler,
Bulutlarız, rüzgârlarda dağılan,
Ya da ölümün soluğunda üşüyen çiçekler,
Yerimizden kopartılmayı beklemekteyiz.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

K-KONSPİRASYON




(Konspiratif çalışma kurallarına uygun olarak saat tam 19.40’ta Zincirlikuyu durağında bekle. Diğeri de aynı saatte bir sonraki durakta bekleyecek. Takriben 3-4 dakika sonra ‘62-G’ gelecek, ona bin. Sonraki durakta o da aynı otobüse binecek. İki durak daha geçtikten sonra birlikte inin.)

- Nasılsın?
- İyidir, senden?..
- İyi… Gerideki kulübeyi fark ettin mi, sanki uygun gibi.
- Yok, görmedim, olur ama…
- Jeton ister misin?
- Yok, bende var.

(Rastgele bir numara çevir. Nazik ol. Sesin yüksek olmasın.
Bitince teşekkür et.)

- İyi akşamlar.
- Buyrun.
- ‘Dünyanın en zengin 10 generali’nden biri kim biliyor musunuz?
- Anlamadım…
(Anlamadı…)
- ‘Dünyanın en zengin 10 generali’nden biri kim biliyor musunuz?
- Hayır, bilmiyorum kimmiş?
(Böyle olmamalıydı. Bu bir soru değildi. Sorunun arkasından
hemen cevabı verilmeliydi; ama atik davrandı ve sordu)
- Tahsin Şahinkaya…
(Kapatmasına izin vermeden devam et)
12 Eylül cuntasının generallerinden Tahsin Şahinkaya… barış ve
demokrasiden yana tüm güçler… cezaevlerinde…
ABD emperyalizmi…
(Bitti... Kapatmadı, demokrat biri herhalde…)
- Teşekkür ederim.
(Teşekkür etti!..) ‘Dünyanın en büyük futbolcusu’ kim, siz onu
biliyor musunuz?
(Bu da ne, dalga mı geçiyor)
- Tabii ki Pele...
(Tabii ki Pele...)
- Hmmm… Yanlış, bence Maradona…
- Vallahi bu ölçüt olarak neleri aldığınıza bağlı.
- Bakın şimdi… Pele'nin oynadığı dönemlerde -1970 Dünya
Kupası hâriç savunmalar forvetlere topla oynayabilecekleri
alan bırakmışlardır hep. Hele bir de bileği kuvvetli bir
topçuysa elbette bir sürü gol de atar, artistik bir
oyun da sergiler. Oysa şimdi öyle değil, futbol sert
oynanıyor, savunmacılar forvetlere nefes aldırmıyor;
Maradona buna rağmen hem estetik, hem hızlı
hem de güce dayalı bir futbol oynayabiliyor.
Üstelik Pele'de olmayan bir özelliği daha var. Futbol
zekâsı çok kuvvetli, bütün oyunu o kuruyor. Pele ise
daha çok bir golcü, belki de tüm zamanların en güzel
gollerini atan adam.
(Söyledikleri çok mantıklı da ama yine de…)
- Peki neden o zaman hem İtalya'ya hem de Brezilya'ya
yenildiler. Üstelik Serginho'ya yaptığı hareket de çok sertti.
Pele'nin herhangi bir maçta kırmızı
kart gördüğünü hiç sanmıyorum.
(Sessizlik…)
- Bak, bunlar geniş mevzular sen '86'yı bekle;
o Gentile gibi kasaplar da olmayınca o zaman seyret
Maradona'yı. Hadi sana kolay gelsin.

- Ne oldu, hiç bu kadar uzun sürmezdi
(Beklemekten üşümüş, ellerini ovuşturuyor).
- Demokrat biriymiş, birkaç soru sordu ben de yanıtladım.
- İyi öyleyse, başka bir kulübe bulalım.
- Baksana, ‘Dünyanın en büyük futbolcusu’nun kim
olduğunu biliyor musun?
- Tabii ki Maradona…
(Tabii ki Maradona)

B-BEDRİYE'NİN SİGARASI


Bedriye zayıfça… Uzun parmaklarındaki sigarası sönmeden diğerini yakıyor. İçine çektiği evin bütün erkekleri… ve kadınları. Galiba çocuklar da var. Bedriye herkesi içine çekiyor. Nikotin başımızı döndürüyor, sonra bizi üflüyor. Kimimiz tavandaki soluk bir ışık yayan ampule doğru, kimimiz bir ayağı kısa olduğu için biraz yamuk duran sandalyeye, bir diğeri pencereden dışarı (onun şansı yok, artık Bedriye’siz), öteki kuştüyü yastığa… Madlen’de çalışıyor. Bobstil kızlardan birine sarkan ustaya “Seni sikerim” diyor, ama usta “Ne iyi olur” diyemiyor; çünkü Bedriye’nin sesi genizden geliyor ve çok nemli. Adam bu nemden korkuyor. Bedriye sigara içiyor ve dumanını üflüyor sigaranın. Bedriye başımızı döndürüyor.

23 Ağustos 2009 Pazar

İ-İÇİMDEKİ HAYVANI UYANDIRIYORSUN


Baskı, şiddeti ve şiddet kullanma araçlarını gerektirir. Bu şiddet genelde üç unsuru içeriyor: Bir varlığın nefes alıp veren, acı çeken bir canlı olarak değil de bir nesne olarak görülmesini sağlayan nesneleştirme; bir varlığın bütünlüğünü ortadan kaldıran parçalama ya da kesip biçme; son olarak da tüketme – insandışı hayvanın fiilen tüketilmesi ya da pornografi, fahişelik, tecavüz, dayak yoluyla, parçalanmış kadın bedeninin tüketilmesi. Bu “kayıp gönderge” yapısında nesneleştirme ve parçalama süreçleri görünmez kılındığı, tüketilen nesne bir geçmişe, bir tarihe, bir hayat öyküsüne, bireyselliğe sahip bir varlık olarak algılanmadığı için “kötü muamele etme hakkını” doğuran bir yapı söz konusu.

Carol J. Adams

H-HEPİMİZ BEKLEMEDEYİZ


"Todas estábomos a la espera"


Alvaro Cepeda

22 Ağustos 2009 Cumartesi

W-WALTER BENJAMIN



“Niçin kimseyi tanımıyorum, niçin insanları karıştırıyorum; çünkü ben tanınmak istemiyorum. Ben kendim karıştırılmak istiyorum.”

Geçmişi, yıkıntıları ve ölüleri kurtarabileceğini sanan; dünyayı tekrar büyüsüne kavuşturmaya çalışan, nesnelere çocukların oyuncaklar, bebekler, kuklalar karşısında duydukları heyecanla bakabilen bir aylak adam.

Ne gömüldüğü yer belli ne de heybesindeki elyazmalarının ne olduğu.

O-ORAK-ÇEKİÇ


Jean François Millet’nin ‘Başak Toplayanlar’ı ‘orak’a dahil. Ekinler biçilmiş, geriye başaklar kalmış. Kadınlar da onları topluyor. Mavi başlıklı olan epeyce eğilmiş, sol eli belinde, artık yorgunluktan mı yoksa işin raconu mu bu tam anlaşılmıyor. Sağ elinin işaret parmağı sanki yerde bir şeyi işaret eder gibi. Tablonun en sağında uzakta biri atı üzerinde, öylece duruyor. Onun dışında herkes çalışıyor. O atın üzerinde öylece duruyor.
Sebastiao Salgado’nun ‘Serra Pelada Altın Madeni’, 1986’da Brezilya’da maden ocaklarındaki işçileri çektiği bir dizi fotoğraftan biri. Uzaktan bir yerden çekilmiş. İlk anda bir karmaşa, bir salkım saçaklık… Biraz dikkatli bakınca aslında bir düzenin varlığı. Varlıkla özdeşleşmiş altını çıkarmak için karmaşa içinde bir düzenin varlığına duyulan ihtiyaç. Salgado’nun fotoğrafı ‘çekiç’e dahil.
Orak-çekiç tam olarak Sovyetler Birliği’yle ilgili, öncesi olsa da… Kızılordu’dan, Komintern’den Boğaz’dan geçen ‘Rus’ gemilerine, oradan da Duvar sonrası bitpazarlarındaki rozetlere kadar orak-çekiç, Sovyetler’e dair bir şey. Ama orak ve çekiç… Köylüler, işçiler… İş yani… Çalışmaya, çalışmanın değerine yücelik atfetmeyi falan bir tarafa bırakıp, yorgun, canı sıkkın, bazen öfkeli işçilere, köylülere dair bir şey. Çok yaratıcı olmayabilir ama onlara dair. Aşina oldukları nesneler. Belki biraz “İşçisin sen işçi kal” gibi; ama onlara dair.

21 Ağustos 2009 Cuma

Y-"YA DA" İLE BİTEN BİRİCİK KİTAP


Ne vereyim size ben! Hemen gideyim buradan ki bir şey almayayım sizden! Çünkü ben attığı zar, gönlünün uyarınca gelince utanan ve soranı severim: Düzenci bir oyuncu muyum ben. Oysa benim tek istediğim göçüp gitmektir gürültünün düşünceyi öldüremediği yerlere. Güzel bir ün için kendi kendini boğazlamayanların, düşüncelerini inanılmaya değer bir aydınlığa çıkarmak için ilkin çadırlarını yakanların, kendini bulunca zaman zaman yine kaybolacağını sonra yine bulacağını, dağlardaki en kısa yolun doruktan doruğa olduğunu bilenlerin, daha ışımamış nice tan kızıllıklarının olduğu yere. Biliyorum ki ancak oraya vardığımda kulelerin evleri aştığını fark edebileceğim.

(“Kadın düşmanı, nazizmin filozofu, deli, iktidarsız...”)

Ö-ÖLÜRKEN NEREYE BAKILIR?


Yer İtalya, Milano’da bir otoyol. İçinde genç bir çiftin olduğu Wolkswagen öndeki TIR’a gereğinden fazla yakın mesafede seyrediyor. Bir süre sonra TIR’ın şoförü hafif bir sarsılıyor, anlamıyor, devam ediyor. Biraz sonra trafik polisi beliriyor, “Sağa çek” işareti yapıyor. Wolkswagen yarısına kadar TIR’ın arkasına girmiş. Genç çift ölmüş. TIR şoförü suçsuz bulunduğu için işlem yapılmıyor.

20.Kasım.1990. Yer aynı, belki 15-20 kilometre ötesi. TIR’ın şoförü sağa çekiyor, tekerlekte bir sorun var. Tekerin vidalarını falan gevşetiyor, ne olduğunu anlamak için. Hata… Bir hata yapıyor ama biz ne olduğunu bilmiyoruz. Küçük sert bir mil fırlıyor ve alnının yanına saplanıyor, kurşun gibi.

Dizleri kırık vaziyette yan yatmakta olduğu… Yaklaşık 30-40 dakika orada kaldığı… Ölümün saat 18.40’ta gerçekleştiği…
Nereye bakıyordu? Otoyolun ardındaki çayırlık mıdır, bozkır mıdır oraya mı? Gökyüzünü görebiliyor muydu? Tekerleğin altına yapışmış bir cam parçasına mı?

Ölürken nereye bakılır?

20 Ağustos 2009 Perşembe

K-KUŞKUCU THOMAS


Caravaggio'nun tablosu. Alınları kırışık, kir pas içindeki sokak adamı görünümündekilerden parmağını İsa'nın böğrüne sokan Aziz Thomas, kuşkucu... Resim İncil'e uygun aslında: "Yaklaştır... elini, koy böğrüme. Kuşkucu olma, inançlı ol!" İnsan düşünüyor, bu marangoz, masa, sandalye, çanak çömlek yaparken elini kolunu hiç mi yaralamadı ve kim bundan kuşku etti? Yazıyor da kitapta, işte ne kadar belli yaraları, ille de kuşkulanmak mı gerekir, inançlı olmasan dahi... Acımaz mı hiç?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

D-DAYININ AŞKI



Sedef İnci 60’lı yılların tanınmış dansözlerinden. Siyah, düz uzun saçları var. Bazen o yılların Türk filmlerinde pavyon sahnelerinde görünür. Dayı yakışıklıca, çapkın ve hatta kulamparalığı da olduğu rivayet. Kısa sürede kadına âşık olur. Nişanlanırlar. Ve kıyamet kopar, aileye dansöz bir gelin nasıl gelir, diye. Aslında kimse de pek sorun etmez, kuzeni hariç: Küçük Abdullah. Adı gibi küçücük, incecik bir adam. Sanki üflesen yıkılacak; ama fena halde asabi. Son derece titiz; evdeki muslukları değiştirip ameliyathane musluklarından taktırmış, elini musluğa değdirmemek için. Galatasaray’da işlettiği bir kumarhanesi var. Kahvehane ama kumar oynatıyor. Dayıyla ortaklar. Küçük Abdullah nişanı duyunca çıldırıyor. Heyhat şans eseri o aralar birini vuruyor ve 1-2 yıl ceza alıyor. Böylece aradaki engel de kalkıyor... gibi görünüyor. Bu kez de dayı kararsız kalıyor, belki de Abdullah haklıdır diye. Ya da başka nedenlerle... Evliliği erteliyor. Erteliyor ama Sedef de salak değil. Siktiri çekiyor. Kavga ediyorlar. Akşamüzeri dayı epey bir içiyor, sonra Sedef’e gidip nişan yüzüğünü çıkarıp suratına fırlatıyor. Hikâyenin ilk bölümü burada bitiyor.
Aradan zaman geçiyor, dayı hâlâ kadına âşık. Gidip özür diliyor, yalvarıyor, olmuyor. Aracılar gönderiyor, nafile. Sonunda ev ahalisinin kadınları çareyi buluyor: Büyü yaptıralım! Böyle şeylere inanmasa da başka çaresi olmadığı için dayı kabul ediyor. Gidiyorlar bir büyücüye. Bunu okuyor, üflüyor, kurşun döküyor büyücü ve kararını veriyor: Pişirilmemiş bir dilim ciğeri aynı anda bir kedi ve köpeğe vereceksiniz, onlar biraz yiyecek; kalanını da sen yiyeceksin. Sevdiğin sana hemen geri dönecek! Buluyorlar bir uyuz köpek sokaktan, bir de kedi. Önce köpeğin önüne koyuyorlar ciğeri, ardından kediyi getiriyorlar... Heyhat kedi kapıyor ciğeri, başlıyor koşmaya. Kovalıyorlar... Ciğer toz toprak içinde; güç bela yakalıyorlar. Bir kısmını bırakıp kalanını da dayıya yediriyorlar. Sonuç: Sedef geri dönmüyor. Dayı başlıyor içmeye. İçtikçe de dağıtmaya... İşte bu dağıtma döneminde Küçük Abdullah hapisten çıkıyor. Bakıyor ki adam hâlâ dansözün peşinde. Kumarhanede işler savsaklanmış. Kavga ediyorlar. Dayı buna küfredince, bu çıkarıyor silahı iki el sayıyor baldırına.
Öğle saati. Dayı eve geldi, sağ bacağı kan içinde. Pantolonunu çıkardılar, cebindeki bozukluklar yamulmuş. İki buçuk liradaki Atatürk kafasını öne uzatmış sanki ne oluyor burada der gibi.
Küçük Abdullah’la ölene dek konuşmadı, Sedef’ten de vazgeçti. 55 yaşında uyuşturucudan öldü.

18 Ağustos 2009 Salı

G-GAZETECİ


Tatildeyken de şehvetle gazete okuyan bir gazeteci, iflah olmaz şekilde artık "gazeteci"dir. İçindeki bu zehri atmadığı sürece "haber" dışında yazdığı her şeyin (belki bir e-mail ya da birine bırakılmış bir not falan hariç) eksiklik, yetersizlik ve derinlik yoksunluğu ile malul olması pek muhtemeldir.





Resim: Fransa '68 afişlerinden

Y-'YUSUF İLE KENAN'


Kadrajın dışında ne var? Yönetmenin gösterdiği değil de göstermediği yerde... Ne var orada? Seçilen her kadraj, seçilmeyeni dışarıda bıraktığı için pekâlâ ideolojik bir tercih de sayılabilir. Yılmaz Güney'in, Şerif Gören'in -başkaları da vardır- filmlerinde dramatik yapıyla ille de ilgisi olmayan o kadrajın dışı bir yolunu bulup sızar. Bu yönetmeler de zaten filme sızsınlar diye bir çeşit tünel kazmışlar gibidir kadrajın dışına. 'Yusuf ile Kenan' da sızdıran filmlerden. Bir filme sızmanın tek yolu sabahtan akşama kadar top oynamaktır; kamera bulur, kadrajlar ve sızarsınız.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

K-KATİLİN "OKUR" OLDUĞU POLİSİYE ROMAN


Kanı kesti. Masanın tam ortasında toplanmış, biraz dikkatli bakınca pencerenin yansıdığı, kahverengi bir gömlekteki gibi değil de bir paletin üzerindeki kadar kıpkırmızı olan kanı, kesti. Ne yazık ki sevgilisinin en çok ‘dalağını’ seviyordu. Yürüdükçe, fizik kurallarının zorunlu sonucu olarak –bel kalçalardan belirgin şekilde ince olunca bu kural hep işler, bir sağa bir sola sallanan kalçalarını ya da bir kasanın şifresini çözer gibi baş ve işaret parmağıyla oynadığı göğüslerinin uçlarını falan değil de en çok ‘dalağını’ seviyordu. Aslında birini öldürmek için çok da uygun olmayan ucuz bir sustalıyla çıkarmıştı ‘dalağını’. Sonra masaya koydu. Uzun süre sevgilisinin ‘dalağını’ seyretti. Sonra mutfağa gidip kahve yaptı. Bir sigara yaktı. Kafasındaki tek soru “ ‘Katil’in ‘okur’ olduğu bir polisiye romanın giriş cümlesi ne olmalı”ydı.

K-KILIÇALİPAŞA CAMİİ


Avlusundaki çeşmenin suyunun tadı kötüdür ama yine de yaz sıcağında top oynamaktan terlemiş, susuz bedenler için fark etmez. Mezarlık kısmındaki dut ağacına tırmanmak ise risklidir, cami görevlisi gelebilir. Önündeki caddeden (Meclis-i Mebusan Caddesi) geçen bir motosikletlinin üzerine kesinlikle otomobil lastiği şambreli atmamak lazım. Keza, kafasına geçen şambrel dengesini bozduğu ve kaza yapmasına neden olabileceği için sürücü öfkeyle motosikletini üzerinize sürüp, dinî yasaklara da aldırmadan caminin avlusuna girerek sizi kovalayabilir. Kılıçalipaşa Camii’nin avlusunda dört dönen bir motosiklet komik olabilir ama bu yine de çok tehlikelidir ve asla babanıza söylemeyin. Çünkü caminin yanındaki hamama götürdüğünde sizi, gazoz almayabilir ve gazoz olmadan hamam da çekilmez.

S-SEVİNÇ



-Neden ağlıyorsun?
-Bukicik'le ('Buky'cik'; 'Boukie'cik'; 'Buki'cik'...) resmimize ağlıyorum.
(Bukicik bir kutupayısı. Resimde el eleler ve çok mutlular).
-Ama resimde çok mutlu görünüyorsunuz?
O yüzden ağlıyorum, sevinçten.

S-SPİNOZA BÖYLE BUYURDU


Önerme XVII

Eğer bir objede her zaman Ruhumuzda Sevinç doğuran bir başka objeye benzer bir şey olduğunu hayal edersek, her zaman bize Keder vermekte olan bu objeyi aynı zamanda hem severiz, hem ondan nefret ederiz.

Kanıtlama

Bu obje, gerçekten, varsayıma göre, kendiliğinden kederin nedenidir ve bu duygulanışla onu hayal ettikçe ondan nefret ederiz. Bundan başka bizde , daima aynı derecede büyük bir sevinç duygulanışı duyuran bir başkasına benzer bir yanı bulunması bakımından, onu aynı sevinç atılışı ile seveceğiz; öyle ise ona karşı nefretimiz olduğu gibi aynı zamanda sevgimiz de olacaktır

16 Ağustos 2009 Pazar

B-BALIKLAR ACIYI HİSSEDER Mİ?


Anatomik, fizyolojik ve biyolojik açıdan balıkların acı sistemi kuşlar ve memelilerinkinden farksız. Balıkların tamamen gelişmiş beyinleri ve sinir sistemleri var ve son derece duyarlı ağızlara sahipler. Balıklar dillerini ve ağızlarını insanların ellerini kullandıkları şekilde kullanır: Besinleri toplamak, yuva kurmak, yavrularını korumak için. Ayrıca balıklar "korkuyu" da hissedebiliyor. Kovalandıkları, hapsedildikleri ya da kendilerini endişe altında hissettikleri zaman kalp atışları ve solunumları hızlanıyor ve adrenalin pompalıyorlar.

Y-YİRMİALTIŞUBATBİNDOKUZYÜZATMIŞBEŞ


Erzurum'da kızamıktan ölenlerin sayısı 81'e çıkmış. Ünlü dolandırıcı Sülün Osman -Galata Kulesi ve Boğaziçi Köprüsü'nü sattığı rivayet olunur- "dolandırıldığı" iddiasıyla Emniyet'e başvurmuş. Buffalo Bill'in 119'uncu, Victor Hugo'nun ise 163'üncü doğum günüymüş. Jean-Luc Godard 'Alphaville'i, Federico Fellini 'Giulietta Degli Spiriti-Ruhların Giulietta'sı'nı, Ertem Göreç 'Karanlıkta Uyananlar'ı çekmiş. Beatles'ın 'Help', The Who'nun 'My Generation' 45'likleri çıkmış. Zeki Müren, Arena Tiyatrosu'nda 'Çay ve Sempati'nin başrolünde oynamış. T.S. Elliot ve Refik Halit ölmüş. Ece Ayhan'ın 'Bakışsız Bir Kedi Kara', Orhan Kemal'in 'Bir Filiz Vardı', Sylvia Plath'ın 'Ariel' ve George Perec'in 'Les Choses-Şeyler' adlı kitapları yayımlanmış. Fenerbahçe, Manchester United, Real Madrid ve Inter şampiyon olmuş. Guido Crepax 'Valentina'nın ilk macerasını çizmiş. Sivas'ta 200 köylü bir ağanın toprağını işgal etmiş. Adalet Partisi seçimlerden tek başına iktidar olarak çıkmış. 'Kapital'in ilk eksiksiz çevirisini Sol Yayınları yayımlarken Louis Althusser de 'Pour Marx-Marx İçin'i yazmış. Dünyada 3 milyar 300 milyon insan yaşıyormuş. Bu insanların 31 milyon 391 bin 421'i Türkiye'deymiş. Onların 1 milyon 742 bin 978'i de İstanbul'da. Sonra 1 milyon 742 bin 979 olmuş.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

A - ALEF


"...Alef'in üzerinde yeryüzünü, yeryüzünün üzerinde yeniden Alef'i ve Alef'in üzerinde yeryüzünü gördüm, yüzümü ve iç organlarımı gördüm, senin yüzünü gördüm, baş dönmesine tutuldum ve ağladım..."

Jorge Luis Borges