29 Ekim 2011 Cumartesi

K-KAT KAT HAKİKAT VE YOĞURA YOĞURA YORUM ÜZERİNE



(…)

AŞKINLIK

Deleuze’ün yakın çağdaşı ve Deleuze’ün felsefi çalışmalarından birinin konusu olan Michel Foucault (1926-1984), kendini özgürleştirmeye çalıştığı Batı düşüncesi geleneğini ‘aşkınlığa bağımlılık’ olarak tanımlamıştı (Foucault 1972). Aşkınlık (transandantaldan epey farklı olan aşkınlık) aşkın-olan veya dışarıdaki şeydir. Foucault’ya göre düşünme biçimimiz ve kurumlarımız daima bir ‘dışsallık’a dayanmaktadır: bilebileceğimizi, açığa çıkarabileceğimizi veya yorumlayabileceğimizi hissettiğimiz ve bize bir kuruluş verecek bir şeye. Foucault bunun bir ‘bilgi etiği’ ile, bir dış dünyaya dair olguları doğru anlarsak ne yapacağımızı bileceğimizi varsaydığımız bir ‘bilgi etiği’ ile sonuçlandığını öne sürmüştü. Deleuze, Foucault’ya ilişkin kitabında, felsefeye dair ilk yapıtında ve psikanalist Guattari’yle birlikte yazdığı son yapıtında aşkınlığın ötesine giden bir yol işaret eder. Nihai bir hakikate itaat etmeye çalıştığımız bir ‘bilgi etiği’ olarak aşkınlığın tersine, Deleuze kendi felsefesini bir amor fati etiği olarak tanımlamıştı: olana sevgi (olanın ötesinde, dışında veya olana aşkın bir hakikat, gerekçelendirme veya bir kuruluş arayışı değil) (Deleuze 1969). Bu ‘olan’ı olumlama süreci kısmen, felsefenin eleştirel olmaktan daha fazlası olmak, çok daha fazla eleştirel olmak zorunda olduğu anlamına geliyordu. Aşkınlığın yanılsamalarının açığa çıkarılması yeterli değildi, icat ettiğimiz tüm kuruluşların –Tanrı, Varlık, Hakikat- verili olmaktan çok icatlar olduğunu göstermek yeterli değildi. Ama bu icat ediş sürecinin olumlu yanını da görmemiz gerekir. Kendisini büyük bir dışarının imgelerinde köleleştirebiliyorsa, düşünme nedir? Bu bize, tam da düşüncenin gücünde üretken, olumlu ve özgürleştirici bir şey olduğunu söylemiyor mudur?

Aşkınlığın en belirgin ve en genel biçimi (ve Foucault’nun betimlediklerinden biri) hakikattir. Söylediğimiz ve yaptığımız şeyleri kendimiz ve dünyamız arasındaki ilişkilerin sonucu olarak görmek yerine, yorumlanmayı, açığa çıkarılmayı veya ifşa edilmeyi bekleyen bir anlam veya hakikat olduğunu tahayyül ederiz. (Deleuze ve Guattari’nin (1980) ‘yorumlama hastalığı’ (interpretosis) olarak tanımladığı hastalıktır bu.) ‘Keşişleri’ (bizi hakikate ulaştıracak olanları) ve (arzularımızı terk edip kendimizi sözde daha yüksek ideallere tutsak ettiğimiz için) ‘çilecilik’i üreten tam da bu hakikat icadıdır. Daha da önemlisi, bu süreç bir bütün olarak nihilizme yol açar: görünüşlerin arkasında tahayyül ettiğimiz o daha yüksek, daha gerçek dünya kavranamaz olup çıktığında düşülen ümitsizlik/çaresizlik.

(…)


‘Gilles Deleuze’, Claire Colebrook, 2002

15 Eylül 2011 Perşembe

S-SEV BENİ
































































































'Paradise', Stijn Gisquiere, 2003

13 Eylül 2011 Salı

V-VÜCUT YOK


Binanın duvarına, uyum ya da uyumsuzluk derdi olmadan sadece çarpıcı olma gailesiyle asılmış onlarca, hayır yüzlerce, rengârenk, hayır renkli, renk renk giysi. Binanın duvarına… Tam önünden geçerken rüzgâr bir gömleğin kolunu havalandırıyor. Gömlek kolu dur diyor, dikkat et şuradan tramvay çıkabilir. Kırtasiyeye uğrayacaktın, uğradın mı?

Gömleğin iki giysi üstünde kırmızı bir mini etek. Gösterecek güzel bacakları olmadığından mıdır, rüzgâra direnir gibi duvara yapışmış. Gömleğin kolları mini eteğin hüznünü anlıyor. Bir bacak, iki bacak ne işe yarar? En köşede turuncu-mavili bir tişört. Turuncusu lazer parlaklığında, mavisiyse daha yumuşak. Çocuk tişörtü mü bu? Yok, sadece kısa kesim, kadın tişörtü. Göbeği açıkta bırakanlardan. Göbek yok. Bir göbek yok. Göbek bağı derinden kesilmiş, küçük tepeciği olan bir göbek yok. Bütün tezgâhtarlar gece geç çıktıklarında dükkândan, vitrin mankenlerini soymayı düşünür herhalde. Bunu düşünüyor göbeği açıkta bırakan kısa kesim kadın tişörtü.

Biraz aşağıda gri bir boğazlı kazak. Bir boyun yok. Sarabileceği bir boyun yok. Bütün bilgisayar tamircileri rüyalarında defalarca Windows mu yükler, diye düşünüyor gri boğazlı kazak.

Çorapların ayakları yok. Sutyenlerin memeleri yok. Külotların da kalçaları… Yok. Kasaplar çayırlarda otlayan ineklerin kaç kilo çekeceğini mi hesap eder, diye düşünüyor çoraplar, sutyenler, külotlar.

Pantolonlar, bluzlar, hırkalar, yine tişörtler ne kadar çok tişörtler, kimisi ciddi kimisi gerçekten de laubali başka gömlekler, yalnızca sonbahara girerken giyilmesi icap eden montlar, şortlar, kapriler, bermudalar, tunikler, mayolar, bornozlar, slipler, boxer’lar, dantelli gecelikler. Eller, kollar, parmaklar, bacaklar, bacakların baldırları, ayaklar, dizler, yaralanmış dizler, kararmış dizler, düzgün ayak parmakları, başparmağı biraz yamuk diğerleri ince uzun ayak parmakları, başparmağın yanındaki daha uzun ayak parmakları, topuklar, düz gelen topuklar, çıkıntı yapmış topuklar, sırtlar, omuzlar, düşük omuzlar, geniş omuzlar, güvenli omuzlar, güven veren omuzlar, güven arayanlar için omuzlar, beller, ince beller, kavisli, kavissiz beller. Yok.

Bir masal devi olamayacak kadar sevimsiz, küt ve iri binanın üzerindeki giysiler rüzgâr üfürdükçe bir sağa bir sola kaçamak bakışlar atıyorlar. Soldaki sokaktan girip kırtasiyeye doğru ilerliyorum. Adres değişikliğinden dükkân kapalı. Hadi gel!

12 Eylül 2011 Pazartesi

K-KİMSE BİRBİRİNE İNANMIYOR



“Bir dakikanızı alacağım, engelliler için bir dergimiz…”

Bankta oturuyordum. Elimde iki kitap, bir sigara... Kitaplardan biri ‘Seni İçime Gömdüm’, diğeri yeniçerilerle ilgili. Sigara ise tütün ve sabahları sisle uyanmayla…
“Tabii de şey…” dedim.
“Yalnızca bir dakika.” dedi, benimle bir dakika.
“Yalnız, şu an param yok yanımda”. Başka yerde olduğu anlamı çıkıyorsa da yanımda ve başka bir yerde param yoktu. Buna inanmadı. Bir şey demedi ama inanmadığı çok belli, hiçbir şey anlatmadan –engelliler, dergimiz, siz… gidiverdi. Beni orada öyle bırakıverdi. Üzüldüm dersem yalan olur. Param olsaydı verirdim dersem, o da yalan olur. Belki de verirdim, onu da bilmiyorum. Bir keresinde takribi üç saat içinde bir icmihal (mızraksız), bir adet gül ve su almıştım bir meczup, bir Çingene kızı ve bir çocuktan. Bir daha alacağımı sanmıyorum ama almıştım.
E, n’olmuş yani ben de ruhsal engelliyim diyecek kadar şımarık değilim. Sol omzum arada bir ağrıyıp karıncalansa da sağlam sayılırım. İki kere ikinin her koşulda dört etmeyeceğini bilecek kadar da zekâ sahibiyim. Ama bana inanmadı. İnanmadı çünkü elimde iki kitap vardı. Paran yoksa kitabı nasıl aldın? Biri vermiştir falan, bunu geçebiliriz. Bankta oturmuş kitap okuyacak kadar zamanın, başka dertlerin olmayacak kadar lüksün varsa, vardır, rahatsındır. Ve de bankta oturmuş kitap okuyan insanların parası olur.
Vallahi billahi yoktu.
Sigaranın ise bu bahisle ilgisi yok.

Yan bankta oturan adam yerinden kalkmadan bana dönüp “Bunları fena harcadılar” dedi, parasız olduğumun inandırıcı olmadığının kanıtlarından yeniçerilerle ilgili diğer kitabı kastederek, “yaprak gibi sallandırdılar ağaçlarda”. Vakvak, yaprak… Tam uyak.
“Öyleymiş” dedim.

“Ben de Boşnakım, ordan biliyorum. Sağ kalanlar da aylarca saklanmak zorunda kaldı. Biz Kırklareli’ne kaçtık. Yıldız dağları vardır, en yukarıları orman, aylarca ormanda yaşadık. Geceleri bazılarımız köye iner yiyecek falan getirirdi. Günlerce ot bok yedikten sonra pastırmalar, peynirler falan hayvan gibi karnımızı doyururduk. İşte o zaman canımız bir tütün çekerdi ki, aç kaldığımız günleri arardık. Bir sigaran var mı?”

“Sigaranın bu bahisle bir ilgisi yok” diyemedim ama “yok” dedim. Tabii ki vardı ama yok dedim. Yeniçeri olduğuna inanmamıştım. Bir kere analiz yapmamıştı. Padişahın kendi ordusunu yok etmesinin uluslararası konjonktürde pek mânâlı olmadığını, tarım ve ticaret yoluyla yeniçerilerin burjuvazinin Müslüman kanadını oluşturmaya başladığını falan söylememişti. “Yok” dedim, “kalmadı”.

Sonra da servis geldi zaten.

7 Eylül 2011 Çarşamba

U-UYUMADAN ÖNCE




















'Cinq Mille Kilomètres par Seconde', Manuele Fior, 2010

A-AKŞAM VE LAMBA


O üzüntü birdenbire gelir. Hava yağmurludur. Bir sonu gelmeyecek başlangıç. Böyle sürüp gidicik gibidir her şey. Öyle ki çocuklar bile çirkindir. Sokağın çamuru, bu her tarafı kaplayan; gökyüzünden ağaca, ağaçtan duvara, duvardan denize, denizden vapura, vapurdan çımacıya, çımacıdan kaptana, ondan tekrar denize, yine karaya, yine ağaca ve duvara, duvardan yoldan geçene vuran bir rengin en koyusudur. Ah! Gündüz, bu pis ışık bir bitse de kararıverse ortalık, ışıklar bir yansa…
İşte yalnız iki umut vardır: Akşam ve lamba…


‘Şehrin Sabahları ve Adamlardan Biri’ - ‘Havuz Başı’, Sait Faik, 1951

B-BİR DE BÖYLESİ


(...)

Kırlangıç yuvasındaki kadın sabahları gözükürdü. Islak saman rengi saçları vardı. Tarar, durmadan, yorulmadan, saatlerce tarardı. Kırlangıç yuvasına kadın sığar mı? demeyin. İnsan aklına sığan şeyleri bir yol hayal buyurun. Kırlangıç yuvasına bir kadın sokmuşuz, saçlarını, ıslak saman rengi saçlarını tarar dururmuş. Ne zararı var size? Varsın, bir de böylesi bulunsun, hiç değilse Abasıyanık'ın yazısında. Bıktım doğrusu artık, oturup insanoğlunun çektiğini, çekmediğini anlatmaktan. Bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim. Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne fotoğrafta göremedim de sarı saçları var dedim. Gözleri yarada yan bakardı, dedim. Akşamları iki kadeh içerdi, dedim. Şuna güler, şuna üzülürdü, dedim. Ona çok haksızlık ettiler, dedim. Zengine sövdüm. Fakirine enayi gibi acıdım. Nerdeyse dünyaya nizamat vermeye kalkacaktım.

‘Kırlangıç Yuvasındaki Kadın’ – ‘Son Kuşlar’, Sait Faik, 1952


Resim: Adriano Da Vincentis

25 Ağustos 2011 Perşembe

B-BEN BİR ACAYİP OLDUM



(…)

Bunlar hayal ama, mahallemi ben böyle seviyorum işte! Hele eski tanıdıkları hiç görmek istemiyorum. Arasıra mahallede onlardan birine rastlıyorum.
-Vay! Sen burada ha?
Boynumu büküp, “Ne yapayım?” der gibi bakıyorum.
-Kim bilir ne dalgan vardır? –diyorlar.
Sonra:
-Ulan! Serserilikten vazgeçmedin gitti.
Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim ama, dert anlatamıyorum. Kimisi:
-Bilirim seni, hınzır, gene kimin peşindesindir kim bilir? –diyor.
Kendi peşimi bile bıraktım. Ama o marangozun dostu, bir gözüne karatavuk oturmuş, elleri çukur çukur, esmer Yahudi kızına bayılıyorum. Kim bilir ne tatlı yerleri vardır, kalın bacaklarından gayrı.

(…)


Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu bizim dükkânla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada, dışarı siparişlerini gören kız vardı ya –hani alnı dar olanı- onu metres tutayım. Bir sene sonra da öleyim.
Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.

‘Lüzumsuz Adam’ – ‘Lüzumsuz Adam’, Sait Faik, 1948

B-BANA BENZER BİRTAKIM ADAMLAR


(…)

-Ağabey –dedi-, buradan bana benzer birtakım adamlar geçti mi?
Paltomun yakası içinde yarı yarıya kaybolmuş kafamı çıkardım. Kafamı bir iki defa salladım. Soğuğa alışmamış, mukavemete hazırlanmış gibiydim. Kulaklarımı keskin bir rüzgâr ısırdı. Adama baktım:
Bana benzer adamlar… Bütün insanlar birbirine aşağı yukarı benzemez mi? “Bana benzer adamlar” ne demekti?
Evet, adamın hakkı vardı. Ona benzer adamlar, ötekilerden kolaylıkla ayrılabilirdi. Kış günü bir şehirde insanlar palto, şapka giyer, ayaklarında fotinler vardır. Belki paltolarının renkleri, şapkalarının kurdeleleri ve alamerikan, yahut alaturka şapkalarıyla birbirlerinden ayrılabilirler; icap ederse.

(…)

‘Birtakım İnsanlar’ – ‘Semaver’, Sait Faik, 1936


Fotoğraf Ara Güler, ‘Yağ iskelesinde iş bekleyen hamallar’, 1954

A-ALEKSANDRA


“Aşkla alay etti” dediği Aleksandra, Sait Faik’in büyük aşkıdır. Esmer, orta boylu, kıvırcık saçlı, yüz hatları sertçe bir kadındır. Amcası razı olmadığı için evlenemediği Aleksandra’nın kendisini sevdiğine bir türlü inanamayan Sait Faik, bir arkadaşıyla söz birliği ederek Aleksandra’ya bir oyun oynamış: Arkadaşı, bir akşam Sait’ten gizli Aleksandra ile buluşmak isteyecek ve o, bu teklifi kabul ederse Sait Faik, Aleksandra’nın kendisini sevmediğini anlayacakmış. Neler olup bittiğini bilmeyen Aleksandra, bu teklifi kabul etmiş. Bunu duyan Sait Faik, o kadar sinirlenmiş ki Ada’da oldukları bir gün Aleksandra’nın üzerine yürümüş.
Bu olaydan sonra bir daha hiç görüşmemişler ama Sait Faik, Aleksandra’yı hiç unutmamış, unutmaya çalıştıkça, yaşadığı yere gitmiş, sokağında dolaşmış, gördüğü her yüzde onu aramış. Yıllar sonra bir kez, bir dişçi muayenehanesinde karşılaşmışlar ama birbirlerine tek söz etmemişler.


'Sait Faik 100 Yaşında - Sait Faik Kılavuzu', Kitaplık, Sayı: 94 / Mayıs 2006 Hazırlayan Sevengül Sönmez,



24 Ağustos 2011 Çarşamba

S-SENİ DAMARIMDA


Sandalın içindeki güneşten, gökyüzündeki tozdan, ağacın kırmızısından mı ay doğuyordu. Bir dudağım yerde, öteki dudağım kuyruğunda ateş gibi gidip geliyordu içimden.
“Seni damarımda, bileğimde atıyorum.”
Yıldızlar asılmıştı ağaçlara. Soğuk kandil kandil sarkıyordu. Yanımda dostların en koyusu, kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme, elimde olta, oltanın elinde zoka, sandalda Barba Stanco, küpeştede Sivriada, yıldızlar bağrımda; dümendeyim. Motor hışır hışır hışırdıyor. Köpek sesleri geliyor dostçasına. Ağaçlar yıldızları, ağaçlar tepeleri, köpek sesleri sabahları getiriyor. Bir balık kokusu içiyorum. Bir Rum evinden midye tavası, bıyıklarımın içinden anason kokusu geliyor

‘Kalinikhta’ – Az Şekerli, Sait Faik, 1954


Resim Bilgin Hürcan

A-ANLATMA İSTEĞİ




“Yeni” Olmaktan Yılmayan Öykücü: Sait Faik

Sait Faik, öyküde gerçekleştirdiği yapısal ve içeriksel yeniliklerle, ardındaki edebiyat geleneğiyle ilişkisiz olduğu ve birinci kişi anlatıcının “anlatma isteği”yle biçimlendiği hissedilen “özgün” öykücülük anlayışıyla, öykünün yazınsal bir tür olarak önem kazanmasında büyük bir rol oynamıştır. Süha Oğuzertem, “Zarifçe Sollayan Saitçe” başlıklı yazısında, Sait Faik’in özgünlüğünü şu şekilde ifade eder: Sait Faik, görülmemiş, bilinmeyen bir öykü tarzı yaratmıştır. Bu tarz, dönemin resmen iktidar ve fiilen ihtiyar olan edebiyatını hedef alan “yeni” yazıcıların (Nâzım Hikmet, Garip, Kırk Kuşağı) eşitlikçi eğilimleriyle beslenen ortamda gelişmiştir. O ana kadar, erken modern öyküleme, “klasik” denebilecek yapıtlarını vermiştir. Sait Faik de bu tür öykülemeyi uygulamakta zorluk çekmemiştir. Ancak getirdiği yeni tarz, uygulaması olmayan ve kişisel olduğu ölçüde türleşemeyecek bir yaklaşımı ifade eder.

(...)


‘Kabuğunu Kıran Hikaye - Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı’,
Jale Özata Dirlikyapan, 2010,


22 Ağustos 2011 Pazartesi

F-FİLİM HAYRİ




Film, fena rejisör değildir! Sanki dünya yüzündeki bütün sakatlıkları, namussuzlukları o düzleyecek, o namuslu edecektir. Birçok evin camları onun tarafından kırılmıştır. Evler hava alsın, içeriye biraz temiz hava girsin diye bu işi yaptığını karakolda söylemiş, imza atamadığı için parmağını kâğıda basmıştır. (…) Ben bunları sonradan öğrendim. O akşam yaptığı mühim bir şey değildi. Bir polis sordu:
“-Seninkinin evinin camlarını kırmışsın?
“-Kırarım efendim. Tabii kırarım. Karım!..
“-Karın da olsa kıramazsın ya? Karın değil. Evli misiniz?..
“-Hayır, evli değiliz, ama karım sayılır.
“-Sen sayıyorsun, tabii!
“-Ya kim sayacak?
“-Şimdi bırak onu… Kırdın mı?
“-Kırdım efendim.
“-Sebep?
“-Eve adam almış.
Genç polis garip garip baktı:
“-Alır a birader. Orası umumî ev oğlum. O da kahpe…
“-Yok efendim, orasını affedersiniz. Katiyen kabul etmem. Benim karım orospu değildir. Katiyen kabul etmem.
O zamana kadar ayakta duran, Film Hayri’yi getirmiş olan İstanbul çocuğu açıkgöz bir bekçi:
“-Doğru, memur bey –dedi-, katiyen öyle kadın değildir.
“-Anlamıyorum yahu! Kerhane be!
Bekçi de Film Hayri de bağırıştılar:
“-Olsun…
Bekçi izahat verdi:
“-Çok iyi bir kadındır. Ama bu herif çok kıskanç. Bu kadına birisi baktı mı, katiyen müşteriye çıkmaz. Eh zaruret! Herif bırakırsa ne yapacak? Namusuna namuslu kadındır.
Film Hayri:
“-Kabahat bende –dedi-. İki hafta ihmal etmiştim


'Yorgiya'nın Mahallesi', Havada Bulut, Sait Faik,1951

17 Ağustos 2011 Çarşamba

S-SEVİYORDUM BE ABİ!


Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor.

"Dostumu öldürdüm abi!" diyor, "sakla beni."

Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simitin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.

"İsmin ne senin?" diye sesleniyorum cebime.
"Hidayet"
"Neden öldürdün, Hidayet?"
"Seviyordum be abi!"
"Nasıl seviyordun, hidayet?"
"Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susam helvası satarım abi gündüzleri. Cebin de mis gibi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba, derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi. Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve içimde o yol göstermeyince aptal aptal bakardım. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden"
"İsmi neydi?"
"Pakize"
"Sonra Hidayet?"
"Sora abi.. Hava kararırdı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap içmeye koşardım. Afyon mu katardı pezevenk meyhaneci nedir, içer içmez Pakize karşıma dikiliverirdi capcanlı, sıcacık."
"Sahiden mi?"
"Yok be yalancıktan, hülyadan be abi! Artık konuşur dururdum be abi."
"Sus, gelen var hidayet."

Hidayet, paltomun cebinde bir susam tanesi gibi büzüldü.
Yağmur dinmişti. Ortalık bir parça ağarmış gibiydi.
Hidayet cebimden seslendi:

"Anlatayım mı ötesini abi?"
"Anlatma, yeter bu kadarı."
"Peki abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco'ya emi?"
"Anlatırım Hidayet."
"Ama ötesi daha kıyak abi."
"Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. ikinizi birden kaldıramıyorum, yoruldum"
"Peki abi."

Cebimdeki susam pire oldu. Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı gitti. Karanlıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı.


'Öyle Bir Hikaye' - 'Alemdağda Var Bir Yılan', Sait Faik, 1954

24 Temmuz 2011 Pazar

I-I SHOT THE SHERIFF


Komançiler (Apaçiler değil, onlar delikanlı) saldırmış, Karabaş Deresi’ndeki evleri ateşe vermişler. Şerif (Bitlisli Can –Bitlisli adam Can olur mu, olmuş işte. Belki de Kürtçe bir ismi vardı da bir de Türkçesini koydular. Ha, biz ona Cons bazen de Coni diyorduk o ayrı. Yıllar sonra kalpazanlıktan 2 yıl yattı, vardı bir sosyopat hali zaten) dedi ki “Herkes silahını alsın, gelsin. Nevada’ya gidiyoruz” . Dağıldık.

Yarım saat sonra teçhizatlı vaziyette ormanda (Karabaş Camii’nin arkası. Biri incir 4-5 ağaç. Orman yani…) buluştuk. Nevada’ya gideceğiz de hava çok sıcak. Nevada dediğin yer çöl zaten. Kimse havaya girememiş belli, yarım saatte kalmış herkesin aklı. Evler de serin, ne gerek var Nevada’ya şimdi. Neyse, kimse de bozmuyor ama. Dedi ki şerif: “Komançilerden intikamımızı almayan göt olsun, hadi dağılın!”

Atladım atıma. Torbamda zeytin kara, ara da Komançi ara.

Salıpazarı’na doğru sürdüm önce, dörtnala değil ama, sadece dıgıdık dıgıdık. Amerikan Pazarı’ndan döndüm, Yolcu Salonu’nun ordan Karaköy. Kerhanenin yanından Çingene Mahallesi’ne ve tekrar ormana döndüm. Ter içindeyim. Kimse yok.

Ne gelen var ne giden. Belli ki millet Komançi arıyor, tek göt ben miyim dedim atladım atıma yeniden Boğazkesen’den yukarı. Yeniçarşı yokuşu oldu Rocky Mountains, çık çık bitmiyor. Galatasaray’dan Tünel’e doğru dıgıdık dıgıdık, yok! Etrafta ne Komançi var ne şerif Cons. Bayağı da yoruldum, atım da susamış, Kumbaracı’dan bastım, hafiften rüzgâr saçlarımda. I’m a lonesome cowbooooy! Muhittin’i gördüm, marangozda çıraklık yapıyor bu yaz sıcağında. Dedi ki onlar çoktan eve gitti

Siktiiiir.

Bundan sonra kovboy olan ibnedir dedim içimden, ki Andy Warhol da bunu teyit ediyor, gittim eve.

S-SOUL TO BARUCH


‘Ruh’ da olsa soul ‘beden’dir. Aşk, seks, acı, keyif, hüzün, öfke… bütün passion’lar sallanan bedenlerde. Shake it up baby! Hayatı olduğu gibi, kılçıksız haliyle bedenlerde kabul etmek. Önce kabul etmek, olduğu gibi. Aretha Franklin’in koca memelerinden Amy Winehouse’un melankolik kemiklerine, Wilson Picket’ın kıçyakan acı biber gırtlağından Sam Cooke’un dişlerine ruh ancak bedense eğer –ki öyledir MMMMMMMMMMMMMMMM!

29 Haziran 2011 Çarşamba

İ-İMALAT


“Beden bedendir. Tektir. Organa ihtiyacı yoktur. Beden asla bir organizma değildir. Organizmalar bedenin düşmanlarıdır.”

(...)

“Ağız yok Dil Yok Dişler yok Gırtlak yok Karın yok Anüs yok
Kendimi ben yeniden Yaratacağım”


Antonin Artaud , ‘Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin’, 1948







Desen: Antonin Artaud, 'Les Illusions de l'ame', 1946

25 Mayıs 2011 Çarşamba

A-AĞIT


(...)

Yet each man kills the thing he loves
By each let this be heard,
Some do it with a bitter look,
Some with a flattering word,
The coward does it with a kiss,
The brave man with a sword!

Some kill their love when they are young,
And some when they are old;
Some strangle with the hands of Lust,
Some with the hands of Gold:
The kindest use a knife, because
The dead so soon grow cold.

Some love too little, some too long,
Some sell, and others buy;
Some do the deed with many tears,
And some without a sigh:
For each man kills the thing he loves,
Yet each man does not die.

Oscar Wilde, 'The Ballad of the Reading Gaol'dan, 1898

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Y-YAMUK-OLUŞ


Bazı kitapları erken (‘19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’, ‘Kapital’, Beckett’ler…), bazılarını geç (‘Kırmızı ve Siyah’, ‘Kayıp Zamanın İzinde’…) okumak, fikri senkronizasyonla maluliyet hissi veriyor. Ya ‘boşa okumuşum’ ya da ‘ne kadar geç kalmışım’ yakınması…

Bunun mânâsız bir yakınma olduğunu kabul etmek ise ferahlatıcı bir şey. Tamamına erdirilecek bir durum yok çünkü. İkincisi, -‘erken’ kısmına dair işe yaramamışlığın da, anekdot biriktirmenin önemini abartmayınca, bir doğruluğu da yok. Kalır çünkü… Kalan da vakti gelince çıkar, bir işe ‘yarar’.

Derken, bir şey olur ve geri döndürür. Vaktiyle okuyup da hiçbir şey anlamadığımızı sandığımız bir kitaba, yazara döneriz. ‘Zamanı’ geldiği için…

Olan nedir?

Yamuk bişey. Hayatımızda bir yamukluk peyda olur. İlle de ‘olan’ın yamukluğundan değil, bizim onu öyle hissetmemizle ilgili bir yamukluk olabilir pekâlâ.

Mesela sevgilimiz bizi terk eder. Ciddi bir hastalık, askeri darbe, bir ölüm, vaktiyle oturduğumuz evin yıkılması ya da üzerine basmamak için kenardan yürüdüğünüz salyangozun iki adım sonrasında arkadan gelen bir başkasının görmemesiyle çıtırdayarak ezilmesinin beyninizde yarattığı elektrik…

İşte bu yamukluklar, panoramik resimler gibi geniş bir görüş alanı açar. Bu görüş alanının içine o okuduğumuz ama bişey kalmadığını veya henüz zamanının gelmediğini sandığımız bir kitabı, yazarı davet eder. Artık o bizim kitabımız, bizim yazarımızdır.


Resim: Umberto Boccioni, 'Costruzione Orizzontale', 1912

9 Mayıs 2011 Pazartesi

1 Nisan 2011 Cuma

SOPHİA'YLA YİYİŞMEK


Merkezde, parmağıyla gökyüzünü işaret eden ("Buralarda arama ‘ideaları’, yukarı bak") Platon. Elinde ‘Timaeus’ Yanındaki Aristoteles. Elindeki koca kitap 'Nikhomakhos’a Etik'. Platon’a nazire yaparcasına eli yukarı doğru değil de yere paralel: “Ayaklarımız yere bassın”. Platon'un sağında 6. sıradaki kirli yeşil giysili çirkin adam Sokrates. Muhtemelen mayotik-diyalektik yöntemle ahlak üzerine konuşup genç delikanlıları ayartmaya çalışıyor. Sokrates'in konuştukları, en yakınındaki Ksenophon, henüz ‘Onbinlerin Dönüşü’nü yazmamış. Onun yanındaki Antistenes, sinik (ya da 'Kynik') bir ifadeyle Sokrates'i dinliyor. Hemen yanındaki de Alkibiades. Sokrates'e aşkından, hülyalı hülyalı onu dinliyor.

En ön sırada düşünen adam Herakleitos. Bu resme vurulan ilk fırça darbesiyle bir sonrakinin yaydığı rengin aynı olmadığını düşünüyor: Pante Rei. Onun sağındaki sarı-kırmızı-mavili Parmenides, bir şeyler yazıyor. Belli ki Herakleitos'a gıcık, “Bir, bir, bir” diyor. Daha aşağıda kel kafalı sakallı ise Pithagoras, o da koca bir deftere müzik-matematik üzerine bir şeyler karalıyor. Onun sağında çaktırmadan bakıp not alan ise Empodokles. ‘Arkhe’yi dörde katlamış. Bizim bakış açımıza göre en soldakilerse Kıbrıslı Zenon ve Epiküros. “Nasıl mutlu olacağız?”ı tartışıyorlar. En ortada yere yayılmış olan Diyojenes. Sinop’tan epey uzakta. Sağ tarafta arka plandaki kırmızılar içindeki kuşkulu tip Plotinos. Harmanisinin altında ‘Enneadlar’ var. Ön tarafta öğrencilere birtakım geometrik şekilleri gösteren kel kafalıysa Öklides.

Diğerlerini bilmiyoruz.

Kavramların yumuşak bir şekilde uçuşarak sütunlarının ince kıvrımlarına konduğu Atina Okulu’nun kolay kolay fark edilmeyecek bir kuytusunda vaktiyle ben de vardım. Felsefe tarihi, filozoflarla sohbet etmek demek ve daha iyi bir kıraathane de icat edilmedi Raffaello’nun resminden beri. O yüzden sızıvermiştim bir vakitler Okula. Zaman içinde sıkıldım kalabalıktan. İlelebet de öğrenci olunmaz zaten.

Hem sonra Sophia’yı sevmek yetmiyormuş, bunu da anladım. Uzun bacaklı, takımada benli bu esmeri (‘Filozoflar Esmerleri Sever’) yemek, onunla yiyişmek gerekiyormuş.

Her yerinden öperim.



Resim: 'Atina Okulu', Raffaello, 1511

14 Mart 2011 Pazartesi

G-GÜCÜN YETİYORSA


Felsefe yapmak kavram yaratmaktır. Bunu geçelim, şimdi bir kavram üreteceğim, deyince olmuyor. Kıçını başını yırtıp düşüne düşüne yaratarak da olmuyor. Kavramın da üretilmeyi dayatması gerek. Yoksa reklamcılar hatta bazen gazeteciler pekâlâ da yeni kavramlar üretiyorlar. Nesnesine uygun mu yoksa şık durduğu için mi ürettikleri ayrı mevzu, ama ciddiye alınır olmadıkları da kesin. Felsefi mânâda…

Ama felsefe yapmak doğru soruları sorabilmektir aynı zamanda. Hani elinde mikrofonla yoldan geçene sorular sorar ya televizyon muhabiri, abuk sabuk yanıtlardan farklı bazen kayda değer bir şeyler de söyler birileri ama bir Allahın kulu da çıkıp “Bu doğru bir soru değil.” demez. Zaten soruyu soran da yanıtını bilmediği –fikrinin olmadığı- bir soru sormaz.

Hayati soruları felsefe yaparak sorabiliriz ancak da felsefe, hayatın bir boyutu olduğu için (birkaç ‘en’ mühim boyuttan biri!) hayatidir. ‘Yapabildiğimiz’ (‘yaptığımız’, ‘eylediğimiz’ bişey) için felsefe yaparız. Ve eğer ‘yapamıyorsak’, o ‘doğru soruları’ (“büyük ve çözümsüz sorular”) sorabilme gücümüz pek yok demektir. Felsefe yapmak güç gerektirir. Yapmak güç gerektirir.


Resim: 'Philosophy', Robert Lewis Reid

4 Şubat 2011 Cuma

Y-YABANCI



(…)

En mahrem ilişkiye bile bu anlamda bir yabancılık izi girer kolayca. İlk ihtiras evresinde, erotik ilişkiler her türlü genelleme düşüncesini kesinkes reddederler. Böyle bir aşk daha önce hiç var olmamıştır; sevilen kişiyle ya da o kişiye yönelik hislerimizle karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktur. İlişkiden bu benzersizlik hissi kaybolduğu anda araya bir yabancılık girecektir (sebep olarak mı sonuç olarak mı, karar vermek zor.). Bu ilişkide aslında sadece insanlığın genel kaderini gerçekleştirmekte olduğumuzu, daha önce binlerce kere yaşanmış bir deneyi yaşamış olduğumuzu ve tesadüfen bu kişiyle karşılaşmasaydık aynı anlamı başka birinin kazanacağını düşünmek, ilişkinin içsel değeri ve bizim için taşıdığı değer karşısında şüpheci bir tavrı da beraberinde getirir.
Ne kadar yakın olursa olsun her türlü ilişkide bu türden bir his görülüyordur muhtemelen, çünkü iki kişinin müştereken yaşadığı şey belki de hiçbir zaman sadece onlara ait değil, başka birçok şeyi, birçok benzerlik imkânını da içinde barındıran genel bir anlayışa aittir. Bu imkânların ne kadar azı gerçekleşirse gerçekleşsin ve bunları ara ara ne kadar unutursak unutalım, yine de insanlar arasına gölge gibi, her şeyi gözlerden gizleyen bir sis gibi doluşurlar; bu gölgenin de kıskançlık adını alabilmesi için katılaşıp elle tutulur bir hale gelmesi gerekir. Birçok durumda, aradaki farklardan ve anlaşmazlıklardan kaynaklanana göre daha genel, en azından daha aşılmaz bir yabancılıktır bu belki de. Benzerlik, uyum ve yakınlığa, bunların aslında tam da bu ilişkiye özgü şeyler olmadığı, daha genel bir ilişkiden –potansiyel olarak bizi de belirsiz sayıda başkasını da içine alan ve bu yüzden de sadece içsel ve münhasır bir zorunluluk sonucu deneyimlenen o ilişki imkânını önleyen bir ilişkiden- kaynaklandığı hissinin eşlik etmesinin neden olduğu bir yabancılıktır.

(…)

Georg Simmel, ‘Yabancı’, 1908
‘Bireysellik ve Kültür’, Metis Yayınları


Fotoğraf: Manuel Alvarez Bravo

F-FELEK... FELAKET




~ Ar falak فلك [#flk] 1. çıkrık, çark, 2. yıldızların döner küresi, 3. talih, baht ~ Aram pelekā פלכא çark, çıkrık (= Fen pelekum yün eğirme çıkrığı = Akad palāku dönme, çevirme )


● Feleğin çarkı deyimi ilgi çekicidir.
__________
EŞKÖKENLİLER:
Ar #flk: felek, felaket

'Türkçenin Etimolojik Sözlüğü' , Sevan Nişanyan


Resim: Pieter Bruegel, 'Dulle Griet', 1561

30 Ocak 2011 Pazar

H-HASBİHAL

FELEK İLE…

“Söyle bana nerede satılır eskimeyen kefen?” dedi, hınzır gülümsemesiyle ince dudaklarından çıkan neşeli bir sesle.
İçimden “Hmmm” dedim, “güzel soru…” Ama bekletmedim:
“Tenimden gayrı esbâb bilmem.”
Çınlayan kahkahasıyla “Hep böyle derler!” dedi, “ama ölüm geldiğinde bu kadar umursamaz olamazlar hiçbir zaman.”
“İşte” dedim içimden, “hiçbir zaman aklına ilk gelen zekice olduğunu sandığın cevabı vermeyeceksin. Reklamcılığın birinci kuralı: İlk akla gelen fikir mutlaka daha önce bulunmuştur.”
Asap bozucu. Nasıl ikna edeceksin ki umursamadığını. Üstelik Felek. Dedim ki: “İnanmayacaksın ama ben dün öldüm. Yine inanmayacaksın ama şu an ölüyorum. Ve buna kesin inanırsın –ki pozitivist bir yan seziyorum sende- yarın öleceğim.”
Gülümsedi. Hem de dostça.

“Bak dostum” dedi, “bak ama, dostum dediğime de bakma, ne yalan söyleyeyim uzun süre dost kalabileceğimizi de sanmıyorum. Bir sonraki cümleye kadar yetiyorsa dostluğum, bak dostum: Bakışın gözüme, sözün zihnime, gözyaşın yüreğime kazınmış bir ayna. Sabah kalktığında bir kez bak, sonra bir daha asla. Ta bir sonraki sabaha kadar.” Sırtını döndü sonra, sanki bu lafları o etmemiş gibi, derin derin ufka bakarak değil, boş boş bir oraya bir buraya ama bana dönmeden etrafı kolaçan etmeye.
“Dostum” dedim usulca, “dön bana” asla dönmeyeceğini bilerek.
Döndü. İmajlar ve doğal olarak onlarla bağlı önyargılar... Felek dönmez, sırtını döndüyse bir kere asla dönmez. Ama döndü.
Ve ateşli bir Akdeniz kadınını dahi üşetecek soğuk bir sesle “Hazır mısın boyun eğmeye?” dedi.
Bir tek feryat bile çıkmadı ağzımdan. Sadece içimden kısık bir “Ah zalim felek”. Ünlemsiz, vurgusuz… Reklamcılar değilse de şairler bunu bilir: İlk feryadınız mutlaka daha önce birileri tarafından haykırılmıştır.

U-USUL USUL

YAVAŞÇA

Dolanı dolanı gelir
Ölüm yavaşça yavaşça
Kalem alıp yaz derdimi
Gülüm yavaşça yavaşça

Soyunmuyor bir dem nârım
Sevda oldu öz diyarım
Güz dedi geçti baharım
Selim yavaşça yavaşça















Garip gönlüm durmaz oldu
Gözüm ırak görmez oldu
İşe güce varmaz oldu
Etim yavaşça yavaşça

Sevdiğim bu yana bakmaz
Kaş eğip kirpiğin yıkmaz
Kırıldı kanadım kalkmaz
Kolum yavaşça yavaşça

Şu dünyaya güvenilmez
Ölmeyince kan kesilmez
Mesleki'm artar eksilmez
Zulüm yavaşça yavaşça




Mesleki

23 Ocak 2011 Pazar

S-SİGARAMIN DUMANI

K-KALEDE KİM VAR?

'Kalede Zamora!'

Adını ilk kez duyduğumda on iki, on üç yaşlarındaydım. Belki de 'ilk kez duyduğumda' demek yanlış bir ifâde. Çünkü nasıl ki 'terlik', 'güneş', 'balık', 'top', gibi yüzlerce ismi ilk kez ne zaman duyduğumuzu hatırlamazsak, ben de onu 'ilk kez' ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Üstelik 'adını' demek de pek doğru değil. Çünkü 'onun' bir 'kişi' olduğundan da pek emin değilim artık. ( bir özel ad , bir cins isim, bir kavram ya da bir sesleniş?)

Önceleri Bakkal Şeref 'in oğlu Muhittin, penaltı yarışmalarında her kurtardığı toptan sonra -sonra değil de topu kurtarırken- 'Kalede Zamora!' diye bağırırdı. Tıpkı maç spikerlerinin maç başlamadan önce takım kadrolarını sayarken 'Kalede Sabri, geri dörtlü…' gibi bir 'Kalede Zamora!'ydı bu. Tabii biraz daha vurgulu… Hiç kimse 'Kalede Zamora!'yı yadırgamamıştı. Ortada oynayanların -orta saha anlamında değil de 'kale' dışında herhangi bir mevkide- 'Top şimdi Beckenbauer'de. İleriye baktı ve ortasını yaptı' ya da 'Top şimdi Cemil'de. Cemil kaydı, kaydı, kaydı ve şutunu attı'larından geçilmediği için doğal olarak 'Kalede Zamora!'da yadırganmamıştı. Herhalde Zamora bir kaleciydi ve muhtemelen Brezilyalı'ydı diye düşünmüştük.
Bir süre sonra etrâftaki tek Zamora'nın Muhittin olmadığını fark ettik. Zaten birden fazla Cemil ve Beckenbauer olduğunu biliyorduk. (Bu arada ben uyanıklık edip Overath, Rep ya da Lato oluyordum. Pek fiyakalı olmasa da kimsenin Overath ya da Rep olmaya tâlip olmaması beni 'tek' kılıyordu.) Gâvur mahallesi ve Çingene mahallesiyle yaptığımız maçlarda yeni Zamora'larla karşılaşmıştık. Hatta Cihangir ve Kuledibi'nin çocuklarında da Zamora'lar vardı. Fakat hakkını yememek lazım, en iyi Zamora Çingenelerdeydi. Bir kaleci için pek ufak tefekti; ama yerinde duramıyordu. Bir sağa bir sola zıplıyor, yerden gelen toplara atlıyor, havadan gelen topları yumrukluyor; bazen hızını alamayıp birkaç kişiye çalımı basıyor falan. Kısacası zehir gibi… Tabii her kurtarıştan sonra -yani kurtarışı yaparken- 'Kalede Zamora!' narasını atmaktan geri kalmıyordu. Kısacası Zamora kaleciler için 'fiks' isimdi. Ortada oynayanların isimleri zaman zaman değişiyordu: Lig maçlarının durumuna göre bazen Cemil, Osman ya da Gökmen; Avrupa kupalarına göre bazen Keagan, Daglish hatta Simonsen; dünya kupasına göre bazen Cruyff bazen Beckenbauer veya Müller olunuyordu. Ama kaleciler ısrarla Zamora olarak kalıyordu. Arada bir o haftaki lig maçına göre Sabri, Datcu ya da Yasin olunsa da bu en fazla bir- iki gün sürüyordu.

Peki ama kimdi bu Zamora ? Gören var mıydı, kim seyretmişti ? Yoksa bir kaleci değil de ne bileyim 'Ole!' gibi bir sesleniş miydi, kimse bilmiyordu.
Önceki akşam işten çıkmışım, eve dönüyorum. Top oynayan çocukları engellememek için kaldırımın kenarından yürüyorum. Tam bizim sokağa dönecekken arkamdan o büyülü sesi duydum: 'Kalede Zamora!'. Olduğum yerde çakıldım. Sevinçle döndüm, top oynayan çocuklara baktım.Kalede hâlâ Zamora'ydı. Sonra... Sonra birden beynimde bir şimşek çaktı. Peki ama nasıl olur da bu çocuklar Zamora'yı bilebilirlerdi? Zamora yirmi-yirmi beş yıl önce kaledeydi. Yani 'Kalede Zamora!' yirmi-yirmi beş yıl önceydi. Birden bir sürü saçma sapan fikir beynime hücum etti: Yoksa bu sürede Zamora toplumsal bilinçaltımıza mı yerleşmişti. Olabilirdi. Belki de bizden önce de 'Kalede Zamora!' vardı. Altmışlarda , ellilerde, kırklarda hep Zamora kaledeydi. Belki de Berlin Panteri Turgay yoktu, kalede Zamora vardı.

Zamora'ya doğru, ilerledim. Kendisine doğru geldiğimi gören çocuk birden kalesini terk edip kaçmaya başladı.
"Dur kaçma!" diye bağırdım. Arkasına bile bakmadı. Benden hızlı koşamazdı. Sokağın sonunda yetiştim, ter içinde kalmıştım. Zamora ağlıyordu. "Dur ağlama evladım bir şey yapmayacağım" dedim; fakat nâfile, Zamora susmuyor. Bu arada apartman camlarına toplanmış kadınlar bizi seyrediyor. Durumun tuhaflığını düşünmeye bile fırsat olmadan "N'oluyo lan burda!" sesiyle kendime geldim. Zamora'nın abisi ya da babasıydı. Ne diyebilirdim ki:
"Zamora, ben Zamora'yı soracaktım." demeye kalmadan adam "Vay mına koduğumun sapığı, Zamora ha!" diye kükreyerek burnumun ortasına kafayı geçiriverdi. Birden hava karardı... Kışın hava hep erken kararırdı zaten. Fakat bu karanlıkta daracık kaldırımda birilerinin halay çekmesi çok garipti. Üstelik her iki adım sola bir adım sağa yaptıklarında sağ ayaklarının tabanıyla yanlışlıkla bana vurmaları da hiç hoş değildi. Sonra yavaş yavaş hava aydınlanır gibi oldu. Birkaç kişi gelip halayı bozup beni yerden kaldırmıştı. Her yanım sızlıyordu.
Karım kapıda beni o halde görünce bayılmamak için kendini zor tuttu. Olanları anlattığımda çok sinirlendi.
"O adamların ülkücü olduğunu bilmiyor musun ?" dedi. Şaşırmıştım.
"Ne ilgisi var canım ?"
"Ne demek ne ilgisi var, küçücük çocuğa Ernesto Che Zamora sorulur mu?"
"Zamora'nın ilk adı Ernesto muydu?" Karım iyice sinirlenmişti.
"Zaten sen hiçbir zaman gerçek devrimcilerin adını ağzına bile almadın. Hiç üzülmedim, vallahi iyi olmuş."
"Deli misin be! Az daha herifler beni öldürecekti; bir de 'İyi olmuş' diyor. Üstelik.. üstelik Zamora devrimci falan değildi" Bu son söylediğim karımın çıldırmasına yetmişti.
"Neee! Devrimci değil miydi? Neydi öyleyse? Çekinme söyle, 'goşist' diyeceksin değil mi? Söyle, söyle!"
"Bak hayatım söylemek istediğim bu değil. Zamora…"
"Yeter! Yeter! Daha fazla dinlemek istemiyorum, kapatalım bu konuyu sinirlerim bozuluyor."
Konuyu kapatmıştık. Oysa benim için aralanmış bir kapı sonuna kadar açılmıştı artık: Kimdi Zamora ? Yoksa bir devrimci miydi ?

İki gün izin yaptıktan sonra cuma günü işe gittim. Bütün 'Geçmiş olsun'ları kabul ettim ama meraklı soruları geçiştirdim. Karım bile beni anlamamıştı. İş arkadaşlarıma Zamora yüzünden dayak yediğimi anlatamazdım. Ama içimdeki 'gerçeği öğrenme isteğini' de engelleyemiyordum. Öğleyin Kerem'le birlikte çay bahçesine gittik. Bankada arkadaşlık edebildiğim tek kişi oydu. Zeki ve kalender bir çocuktur. Belki o bir şeyler biliyor olabilirdi. Lafı dolandırmadan sordum:
"Biz seninle aynı kuşaktanız, belki diyorum sen hatırlarsın Zamora'yı... " Tuhaf tuhaf baktı… Biraz düşündü…
"Zamora?.. Aa tabii abi, Zamora... Ama artık biz onu pek kullanmıyoruz, malum bilgisayar sistemine geçtik. Anadolu'daki küçük şubelerde hâlâ kullanan varmış,ama İstanbul'da pek kalmadı artık."
"… Demek artık pek kullanılmıyor"
"Hayrola abi?"
"Hiç… hiç, aklıma takılmış işte nereden takıldıysa. Neyse boş ver."
Çıldırmak işten değildi. Karım Zamora'yı Küba Devrimi'nin önderlerinden biri sanıyordu; Kerem ise bir çeşit kambiyo işlemi. Olabilir miydi ? Olamazdı. Zamora kaledeydi, 'Kalede Zamora!'ydı. Aynı zamanda hem kalede hem barikatlarda hem de bankada olamazdı.
Sakin sakin düşünmeliydim. Yarın cumartesiydi. Önümde iki boş gün vardı. Karım ablasıyla birlikte Avşa'ya gidecekti. Bu iki günde araştırmalarımı derinleştirebilirdim; sorun nereden başlayacağımdı.
İlk önce verileri toplamalıydım. Sonra karşılaştırmalı bir incelemeye tâbi tutup gereksiz bilgileri ayıklamalıydım. Fakat neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu anlamak için elimde bir formül olmalıydı. Yani teorik bir çerçeve çizmeliydim. Belki tanıklara başvurmalıydım. Görsel malzeme ve arşiv belgeleri de önemliydi.

Saat üçe doğru karıma doğum günü hediyesi alma bahanesiyle yarım saat izin isteyip soluğu doğruca Atatürk Kitaplığı'nda aldım. 'Bilgi'ye ulaşmanın en güvenilir yolu kitaplardır her zaman. Hemen Meydan Laurousse'un son cildini açıp okumaya başladım :

ZAMORA -CHINCHIPE : Ekvador´un Güneydoğusunda bir il. Yüzölçümü: 20000 km2 Nüfus : 66167…
ZAMORA, Antonio Vazquez de : İspanyol oyun yazarı. Doğum : 1660 Madrit. Ölm : 1728 Madrit…
ZAMORA : İspanya´da bir kent . Castilla Leon´da il merkezi. Yüzölçümü : 10559 km2 . Nüfus : 221896…
ZAMORA (Niceto Alcalà)-ALCALÀ ZAMORA …
Hepsi bu kadardı. Aradığım Zamora yoktu. Zamora bir oyun yazarı olamazdı. Bir vilâyet ise hiç değildi. Belki de Niceto Alcalà-Alcalà Zamora´ydı aradığım.

Akşam eve gelir gelmez koyu bir kahve hazırlayıp koltuğa kuruldum ve elimdeki listeyi incelemeye başladım. Listedeki 'Zamora'lar arasında ortak olan şey nedir, diye düşünmeye başladım. Aslında bir bakışta anlaşılıyordu: Ekvador'u da İspanyol olarak kabul edersek dört Zamora'dan üçünün ortak noktası İspanya ile ilgili olmalarıydı. Niceto Alcalà-Alcalà Zamora ise bilinmiyordu.

Sabah erkenden kalktım, Kumkapı'da oturan amcamın ziyaretine gidecektim Gençliğinde gemilerde tayfalık yaparken birçok kez İspanya'ya gitmişti. İçindeki İspanyol sevgisi ise hiç sönmemişti.

Amcamı arka bahçedeki çardakta şekerleme yaparken buldum. İki elini koca göbeğinin üzerinde bitiştirmiş, bahardan kalma günün tadını çıkarıyordu. Alt dudağını üst dudağına vurarak çıkardığı 'Poff… puff…' sesleri uyandırılmaktan hiç memnun olmayacağının belirtisiydi. Hafifçe omzuna dokunup "Amca?.." diye seslendim. Hiç tınmadı. Biraz daha sertçe vurarak "Amca, amca bak ben geldim" diyerek sesimi yükselttim. Hafifçe gözleri açtı, 'Bu da kim' der gibi bir bakış fırlattı.
"Amca beni tanımadın mı?" Ters ters baktı.
"Niye tanımayacakmışım, Nuri değil misin sen?" Nuri küçük kardeşimdi. Aslında birbirimize pek benzemezdik. O benden on santim kadar uzun ve oldukça iri sayılırdı. Üstelik kafasında hâlâ saçları vardı.
"Na-sıl-sın?" Kulakları iyi işitmediği için vurgulayarak ve yüksek sesle sormuştum bu soruyu.
"Oğlum, ne bağırıyorsun sağır mıyım ben? Hayrola pek uğramazdın sen, yine para mı isteyeceksin?"
Demek Nuri parasız kaldığında amcama geliyordu. Oysa bana zırnık bile koklatmazdı pinti herif.
"Yok amca paraya ihtiyacım yok, sağ ol. Ben sana bir konuda danışmaya geldim. Küçükken babam anlatırdı. Gençliğinde sen İspanya'ya gitmişsin, gemilerde tayfalık yaparken. Hatta bir ara yerleşmeye karar vermişsin" Pek mutlu olmuş, yüzünü sevecen bir ifâde kaplamıştı.
" Ya, ya…"
"Sonra sen o kültürü de yakından tanımışsındır, değil mi amca ? Zil, şal, boğa güreşleri falan."
"Tabii, tabii.."
"Şimdi amca, benim merak ettiğim bir şey var, belki sen bilirsin diye sana geldim. Sen Zamora'yı da tanır mıydın ha?" Birden yüzü ciddileşti Gözlerini kısarak biraz düşündü.
"Zenobia!" dedi, "o çok önemli bir kraliçeydi, Palmira kraliçesi…" Birden sinirlendim.
"Bir dakika amca, bir dakika… Zenobia değil Zamora. Za-mo-ra. Hani vardı ya 'Kalede Zamora!' Çocuklar top oynarken… Kalede…" Ters ters baktı.
"Sen kaleciyi mi soruyorsun?" Evet, evet hatırlamıştı işte.
"Şarkın Zamorası Osman. Hatırlamaz olur muyum, Beşiktaş'ın kalecisiydi o. Ama erken bıraktı. Müthiş bir çocuktu, sonra Hakkı vardı, Şeref falan vardı, Voleci Şeref. Vay be ne kadroydu o."

Demek Zamora şarkın Zamora'sıydı ve gerçek adı da Osman'dı. Öyleyse garbın da bir Zamorası vardı. Peki hangisi gerçek Zamora'ydı? Beşiktaş'lı Zamora İspanya'ya mı transfer olmuştu? Yoksa İspanyol Zamora Türkiye'ye gelmiş adını ve dinini değiştirip Müslüman mı olmuştu ? Fakat Ernesto Che Zamora da İspanyol sayılırdı. Latin Amerikalılar İspanyol kökenli değil miydi? Üstelik devrimciler her zaman sanatla ilgilenmiş insanlardı. Zamora dağlarda çarpışırken bir yandan da oyun yazıyor olabilirdi. Peki Beşiktaş'ta ne zaman oynamıştı, Küba Devrimi'nden önce mi sonra mı? Belki de sol haf oynayan Kasatura Fadıl da Fidel Kastro'ydu. Hangisi Zamora'ydı? Hepsi mi yoksa hiçbiri mi ? Hiçbiri değilse Zamora neredeydi? Aslında Zamora kaledeydi, yani 'Kalede Zamora!'ydı. Tüm bu karmaşanın içinden gerçeğe ulaşmamı sağlayacak temel bir veri çıkmıştı: O da Zamora'nın kaleci olduğuydu… Amcamı anılarıyla başbaşa bırakıp bu işi gerçek erbâbından öğrenmek için en yakın telefon kulübesine yöneldim. Zamora'nın kim olduğunu bilebilecek en yetkili kişinin bir spor yazarı olacağı aslında en baştan düşünmem gereken olasılıktı.

Şansım yaver gidiyordu. Akşam beşte Orhan Humbaracı ile bir görüşme ayarlamıştım. Önemli spor yazarlarındandı. Futbol tarihi konusunda engin bilgisi vardı. Görüşmeyi ayarlayan Davut üniversiteden arkadaşımdı, aynı zamanda gazetede muhabirlik yapıyordu. Çok heyecanlanmıştım, olayın çözümüne yaklaştığımı hissediyordum.

Akşam beşe kadar epeyce zamanım vardı, birkaç kitapçı dolaşarak oyalanabilirdim. Sabah kahvaltı yapmadan çıktığım için önce karnımı doyurmaya karar verdim. Sultanahmet'e çıktım. Pastaneden iki poğaça alıp Ayasofya'nın önündeki çay bahçelerinden birine oturdum. Hava oldukça güzeldi, 'mutlu son'a yakışan bir güzellik. Poğaçalarımı yedikten sonra aldığım günlük gazeteleri okumaya başladım. Bütün gazetelerde devlet ve gizli teşkîlâtlar arasındaki ilişkilerden söz ediliyordu. O kadar çok isim vardı ki kimin kim olduğunu çıkarmak neredeyse olanaksızdı. En az Zamora'nın kim olduğu kadar karmaşık bir konuydu. Acaba… Acaba Zamora da ?.. Hayır canım bu kadar da olamazdı. Hemen zihnimden sildim bu düşünceyi.

Saat ikiye gelmişti. Üç saatlik bir zamanım vardı. Çay paralarını ödeyip kalktım. En yakın kitapçı birkaç sokak ötedeydi, biraz zaman geçirir belki de birkaç kitap alabilirdim.

Önce ağır ağır dergileri inceledim. Sonra yeni çıkan ve çok satanlara baktım, dünya edebiyatı, felsefe falan derken sözlüklerin önüne geldiğimde neredeyse saat üç olmuştu. Tam çıkmaya karar vermişken birden gözüme bir 'argo sözlüğü' ilişti. Gayriihtiyari alıp incelemeye başladım. Sözlüğü incelerken birden Zamora'nın abisi geldi aklıma. Adam, 'Vay mına koduğumun sapığı, Zamora ha!' derken ne kastetmişti? Zamora argoda kötü bir anlama geliyor olabilir miydi ? Sayfaları hızla çevirip 'Z' maddesine geldim: 'Zaalaşmak' , 'Zagon' , 'Zamalifk' , 'Zamazingo' , 'Zampinos' , 'Zampik' , 'Zamzum etmek' , 'Zanımak' ve 'Zaparta' …Tekrar başa döndüm, tek tek bütün sözcüklere bir kez daha dikkatlice baktım, yoktu.

Bulamamış olmama sevinmiştim. Sonuçta 'Kalede Zamora!'da romantik bir şeyler vardı. Bir çığlık, bir zafer, bir umut, bir kaybetmişlik… 'Zamkinos' ya da 'Zampik'le eşdeğer bir anlamı olması benim için yıkım olabilirdi. Üstelik böyle bir badireyi atlatsam da her şeye yeni baştan başlamak gibi bir kâbus söz konusuydu. Hayır, Zamora kaledeydi ve bu saat beşte resmen onaylanacaktı.

Beşe çeyrek kala Davut'un yanındaydım. Sıcak bir karşılaşmadan sonra durumu özetleyerek anlattım. O da meraklanmıştı. Fakat Orhan Humbaracı'nın soruna çözüm getireceğinden emindi. Vakit kaybetmeden Orhan Bey'in odasına çıktık. Elli yaşlarında ama oldukça dinç görünüşlü biriydi. Özür dileyerek on beş dakika sonra bir toplantısı olduğunu, mümkünse hemen konuya girmemizi istedi. Ben de gereksiz ayrıntılara girmeden konuyu özetleyiverdim. Ciddi bir ifadeyle beni dinledi. “Bu konuda bana yardım edebilecek tek kişinin siz olduğunu düşünüyorum.” diyerek sözümü bitirdim.
Odayı sessizlik kaplamıştı. Orhan Bey sağ eliyle çenesini sıvazlayıp, kendi kendine düşünür gibi :
“Hımm Zamora ?” dedi. Davut'la birbirimize baktık. Heyecandan sağ dizim titremeye başlamıştı. Orhan Bey arkasındaki büyük pencereye dönüp ufka doğru bakmaya başladı. Baktı, baktı, baktı… Tekrar "Zamora…" diye mırıldandıktan sonra bize döndü:
“Evet, hiç kuşkum yok. Bu Zogolla, Brezilyalı kaleci Zogolla….” Birden tepem attı, sakin olmaya çalışan bir sesle :
“Hayır, benim sorduğum Zamora; Zagallo değil.”
“Hayır Zogolla. Şundan dolayı Zogolla: Tarihsel süreçte isimler farklı kültürlerde deforme olur. Mesela Voşingtın demeyiz, Vaşington deriz ya da Pağği demeyiz Paris deriz. Bakın, Zogolla 1954’ün şampiyonu Brezilya’nın efsanevi kalecisiydi. O zamanlar bizler de sizin gibi dönemin efsane futbolcularıyla kendimizi özdeşleştirirdik. Kimimiz Pele, kimimiz Garrincha kimimiz de Zogolla olurdu. Zaman içinde Zogolla Zamora’ya dönüşmüştür. Bu yüzden Zamora değil, Zogolla.” Sağ ayağımdaki titreme sol ayağıma da sirayet etmişti. Daha fazla dayanamadım:

"Bakın efendim, birincisi sözünü ettiğiniz kişinin adı Zogolla değil, Zagallo'dur. İkincisi Brezilya '54'te şampiyon olmadı, '58, '62, '70 ve '94'te şampiyon oldu. Üçüncüsü Zagallo '54 Dünya Kupası'nda oynamadı ve kaleci değil forvetti." Orhan Humbaracı'nın gözlerinden ateşler çıkıyordu.
"Bu ne terbiyesizlik, yaşına bakmadan bir de ukalâlık mı yapıyorsun ? Sen daha kısa pantolonla dolaşırken ben bu işi yapıyordum, bir de utanmadan…" "Ben hiçbir zaman kısa pantolon giymedim !" Davut araya girip muhtemel bir kavgayı önlemek için beni koridora doğru sürüklüyordu.
"Zogolla'ymış, hah hah pabuçlarımın gazetecisi."

Davut'la kantine inip bir kahve içtikten sonra ancak sakinleşebilmiştim. Davut'un işyerindeki konumunu zorlaştırdığımı düşünüp yaptığım çıkışın çok düşüncesizce olduğuna karar verdim, en az on kere özür diledim. Dert etmememi söyledi, farklı servislerde çalıştıkları için sorun olmayacağı konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Tekrar tekrar özür dileyip yanından ayrıldım.

Otobüs durağına kadar nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Kendimi yenilmiş hissediyordum. Bir süre durağın arkasındaki boş arsada top oynayan çocukları izledim. Kedersiz, tasasız top peşinde koşturuyorlardı. Kim bilir sabahtan beri kaçıncı maçlarını yapıyorlardı. Derken karşı taraftaki takımın kalecisi kalede durmaktan sıkıldığından rakip oyuncuları tek tek çalımlayıp benim bulunduğum yerdeki kaleye şutunu attı. Kalecinin üstünden geçen top caddeye doğru yöneldi. Sola doğru sıçrayarak havada iki elimle topu tuttum ve yere düşerken naramı attım “Kalede Zamora !”

25.01.1999