28 Şubat 2010 Pazar

B-BANA NE VERECEKSİN? - 1


Aşk-sevgi üzerine bir belgesel çekmişler, dünyanın farklı yerlerinden kadın-erkek onlarca insana sorular soruyorlar. Bir adam, ABD'nin, orta-batısından galiba, epeyce tutucu. "Öyle canım cicim yapmam. Öpeyim okşayım filan... Asıl önemlisi bana saygı duyulması. Tabii ki kendimce seviyorum, herkesin sevme tarzının birbirine benzemesi gerekmiyor." Bu içerikte bir şeyler söylüyor. Mühim olan kısmı "kendince sevmesi". Yani anlıyoruz ki aslında sevdiği falan yok. Başka bir şey (ne olduğunu anlamıyoruz belki, ama başka bir şey) kastettiği…
Binlerce yıldır insanlar sevgililerini, çocuklarını, arkadaşlarını seviyorlar, ortak mevhumlar oluşmuştur herhalde. Birini her gün dövüp "Seviyorum, ne yapayım" demek, "kendince sevme"ye denk geliyor. "Neden yaptın oğlum?" sorusuna "Çok seviyordum hâkim bey" yanıtı da o "kendince sevme"nin başka bir hali. Örnekler çok. Sanki sıradışı sevme biçimi standart gibi. Sevgiliye bir öpücük değil de öpüşürken dilini koparmak asıl seviyor olmanın göstergesi.
Bir kere, canı acıdığına göre (dili koptu ya) sevildiğini hissetmiyor olsa gerek. Hadi diyelim ki, olur böyle şeyler, peki bir daha nasıl öpüşecek? Ortak mevhum yok burada.
Vermen gerekli (tabii o da var, vücudunu vermen gerekli, ben de sana vereceğim). Tek istisna çocuklar. Onlarla karşılıklılık temelinde bir ilişki kurmak gerekmiyor, gerçi öğrenirler ama beklememek lazım. Çocuklar dışında herkes eşit. (“Eşit” değil ama… Hayatının bilmem kaç yılı en berbat şeyleri yaşamakla geçmiş birini tam tersi bir başkasıyla eşitleyemezsin.)
Ben sana şu kadar (kilogram, metre, desibel, hektar, derece, amper, kalori, hertz, bar, vat, litre…) verdim, sen bana ne kadar vereceksin? Yok, kimse icat etmedi henüz öyle bir birim. İyi ki de yok.
Ama var…

21 Şubat 2010 Pazar

S-SESİNİ DUYMAK İSTEMİŞTİM















Ne zaman ki moleküller titreşir (soğuktan, sıcaktan, üzüntüden, neşeden…) , gidecek bir yol da varsa (en iyisi hava) “ses” çıkar. Önce çığlık varmış: AAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA
Sonra sessizlik:














Sadece sesini duymak istemiştim.

18 Şubat 2010 Perşembe

P-PİŞMAN DEĞİL


Pişmanlık ruhun hür kararıyla yapılmış olduğuna inandığımız bir şeyin fikriyle birlikte olan bir Keder’dir.

Ruhun hür kararı…

Her şey zorunluydu. Başka türlü olması imkânsızdı. Olabilecek o “başka türlü” de zorunluydu, başka türlü olamazdı. Bütün “başka türlü”ler gibi.

Keder… “Bilerek” (hür karar) yaptığını (“kötü” bir şey yapmış) sanıyor , o yüzden de yaptığı o şeyin fikri onu kederlendiriyor. Keder… Ruh kuvvetindeki alçalış. Keder… Onu çözüyor. Keder, vücuduyla birleşince onu çözüyor tıpkı bir engereğin ısırışıyla vücuda yayılıp, bütün parçalarla birleşip onu çözen zehiri gibi.(Zehir vücutla birleşmek ister çünkü varoluş kudreti artacaktır. Vücut ise bunu istemez, varoluş kudreti azalacak ve çözülecektir)

Fikir… Sanıyor ki fikirleri var. Var da… Fikirler ona, onun fikirlere sahip olduğundan daha fazla sahip. Kederli fikirler ona sahip. Vücuduma evet ama ruhuma asla, diyebilecek bir durumu da yok. Fikirlerin ona sahip olmasına izin veriyor. “Senin suçun” diyor o fikir, “her şeyin sorumlusu sensin”.

Pişmanlık ruhun hür kararıyla yapılmış olduğuna inandığımız bir şeyin fikriyle birlikte olan bir Kederdir