30 Aralık 2009 Çarşamba

G-GÜZEL DAVET


























Fotoğrafın “ân”la ilgili olduğu kesin. Kötümser yorum, ânı öldürerek ölümsüzleştirmek… Ânı içine almak daha doğru gibi. Resim daha farklı. Ânın yayılışı… Şimdi’den geçmiş’e ve gelecek’e bir yayılış… Zamanın yekpare hâli böyle bir şey herhâlde. Resim yaparken yalnız kalınmaz, tüm zamanlar tuvale sıçrar; kaçış noktaları davetle birleşir. Birisi uzakta, başka bir zamanda resim yapıyor. Hiçbir güzel davet reddedilmez

B-BİR GARİP KİŞİNİN DÜŞÜ


(…)

Bence her şey bir olmakla beraber, fiziki acıdan korkuyordum. Ve sonra, demin
sokakta rastlanan o küçük kıza acıma da duyuyordum gene, nasıl da yardım
edebilirdim. Neden çağrısına koşmamıştım? Ah! Her şeyin bence boş olmasını
istediğim ve kıza acıma duymaktan utanmış olduğum için. Acıma yüzünden, şimdi
kendimi öldürmek istiyordum !
Küçük kızın acısı beni neden ilgisiz bırakmıştı?.. Garipti bu ! Şimdi işte
yüreğim yanıyordu buna ! Hay kör şeytan! İki saat sonra kendimi öldürürsem,
bu küçük kızın mutsuz olup olmaması neme gerekirdi benim? Artık daha çok
düşünemezdim, artık hiçbir şey de olmayacaktım. İşte bunun için alçakçasına
üzülmüştüm küçüğe. Ancak iki saat sonra, benim için her şey sönüp gideceğine
göre, bir şeyler yapabilirdim. Öyle sanıyordum ki dünya bana bağlıydı, benim
için yaratılmıştı yalnız. Benden sonra, belki gerçekten, artık hiçbir şey
olmayacaktı, bilincimin yok olduğu anda, dünya da yok olacaktı. Evrenin ve
kalabalıkların yalnız benim içimde olup olmadıklarını kim bilirdi ?
Sonra aklıma garip bir düşünce takıldı: Eğer, Ay'da ya da Mars gezegeninde
geçmiş, bir önceki hayatta, kötü ve yüz kızartıcı bir iş yapmışsam, yeryüzüne
oradan bozulmuş olmanın bilincini getirmişsem, Dünya’dan, Mars’a ya da Ay’a
baktığımda, utancım bana boş mu gelecekti?

(…)

Dünyamızda cenneti yeni baştan kurmak çok güçtür. İlkin, düşümden sonra,
düşüncelerimi en iyi anlatabilen bütün sözleri unuttum. Yazık! Elimden
geldiğince, usanmadan konuşacağım, çünkü anlatamıyorsam da gördüm.
Ve alaycılar gene gülebilir ve daha önce söyledikleri gibi söyleyebilirler:
Anlattığı bir düştür ama bu düşü anlatmasını bile bilmiyor! Olsun, bir düştür
bu! Ama düş olmayan nedir? Benim düşüm yaşayan varlığımla gerçekleşmeyecek mi?
Ne çıkar! Gene de vaaz edeceğim.
Ya gerçekleşmesi pek kolay olursa! Bir gün, bir saat meselesi olacaktır bu! Ne
gerek bunun için? Herkes başkalarını kendini severcesine sevsin. Bundan sonra,
artık söylenecek hiçbir şey yok. Bu herkes için anlaşılabilir, bütün mutluluk
da bundan doğacaktır.
Ah! İşte! Milyonlarca kez tekrarlanmış ve gene de hiçbir yerde kökleşmemiş
bulunan çok bayat bir gerçektir bu. Gene de tekrarlamalı bunu.
Hayatın kavranması bile, hayatın kendisinden daha ilginçtir, diyorsunuz,
mutluluğu verebilen şeyin bilimi mutluluğun ivediliğinden daha değerlidir!
İşte savaşılması gereken yanlışlar ve ben bunlarla savaşacağım. İçten olarak
herkes mutluluğu isteseydi, mutluluk olurdu, hem de hemen.
Ya küçük kız? Onu yeniden buldum, çıtlatacak, izlenecek yolu, doğru yolu gösterecek bana.


Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Ü-ÜSKÜDAR İSKELESİ


Leyla: Adım atarken önünüze bakmak âdetiniz değil galiba.. Hay Allah, vapuru da kaçırdım. Çok fena oldu. Şimdi, bir saat bekleyeceğim.

Tarık: (Genç kızın, ortalığa saçılan eşyasını toplamasına yardım ederken) Benim işim de çok acele, ama…

Leyla: Sizin bütün işleriniz acele galiba.

Tarık: Tabii, şey, sigortacılık tabii.

Leyla: Belli işiniz hep kazalarla.

(…)

Tarık: Hep bir şeyler yapmak, bir delilik geçiyor aklımdan. Her şey ne kadar güzel. Ağaçlar, denizler, evler, insanlar, yollar. Sen niye her gün yanımda olmayacaksın?

Leyla: İşleri delilikle halledemeyiz. Ancak, akıllı uslu düşünürsek olur.

Tarık: Düşünmeyeceğim işte, akıllı uslu düşünmeyeceğim. Ben seni deliler gibi seviyorum. Akıl benim işime karışamaz artık, anlıyor musun karışamaz.

'ÜSKÜDAR İSKELESİ', Suphi Kaner, 1960

I-ISLAK ÇİLEK


NASIL TOPLANIR?

1. Çilek meyvelerini elle tutmadan, meyve el ayasında kalacak şekilde, sapı tırnakla 1 cm kalacak şekilde kesilerek toplanmalıdır.

2. Hasat, günün erken saatlerinde (08.00-10.00 arası), hava ısınmadan yapılmalıdır. Geceleyin serinleyen meyve diri ve fazla ısınmamış olur.

2. Toplanan çilekler yarım veya 1 kg’lık şeffaf ambalaj kâselere konulmalı, mutlaka tüketiciye ilk toplandığı ambalaj kabı ile sunulmalıdır. Kâseler hemen gölgede bulunan sandıklara yerleştirilmeli ve mümkün olan en kısa zamanda satış yerine ulaşmalıdır.

NASIL YENİR?


Hafif tuzlu ve ıslak çilek, pudralanmış çileğe göre daha yoğun bir tada sahiptir.

FAYDALARI


Hafızayı güçlendirir, psikologlar tarafından ruhsal tedavi etkisinin olduğu iddia edilmektedir.

Çilek Üreticileri Birliği

28 Aralık 2009 Pazartesi

K-KEDİ


Bir kediye ad koyamazsınız, zamanı geldiğinde zaten o adını söyler. Çok da bekletmez, doğru zamanı bilir. Masaya zıplarken çıkardığı ses mesela, hep aynı sesi çıkarıyorsa, adını söylüyordur. Zaten büyü denen şey de bundan oluşur, yani bir şeyi gerçek ismiyle adlandırmaktan. Ama hiçbir büyü bir kedinin ölümünü engelleyemez. Zamanı geldiğinde son kez adını söyler. Bir kedi eve geldiğinde son kez adını söyleyeceği günü beklersiniz aslında, büyük ihtimalle o sizden önce ölecektir. Kediler erken ölür. Biz ne kadar çok yaşıyoruz.

27 Aralık 2009 Pazar

M-MELANKOLİ


Duygularımız ürkek bir tutuklukla dilsizleşir, içimizdeki her şey geri çekilir, bir sessizlik oluşur ve kimsenin tanımadığı “yeni”, bunun ortasında oluşur ve konuşmaz… geleceğin gerçekleşmeden çok daha önce dönüşmek için bu şekilde içimize girdiğini gösteren pek çok işaret vardır (…) Geleceğimizin içimize girdiği o görünürde olaysız ve donuk an, bize dışımızdan gelen diğer bütün konuşkan ve rastlantısal anlardan çok daha fazla yaşama yakındır (…) Tehlikeli ve kötü olan sadece insanın bastırmak için başkalarına taşıdığı kederlerdir.

Rainer Maria Rilke, ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’

H-HUZUR


Tanpınar Huzur’u bir müzik formuna göre düzenlemeye çalışmış. Bölümlerin her biri belli bir duygunun, bir ruh halinin egemen olduğu”movement”lar olarak kullanılmış (…)

Tanpınar’ın “halis”, “kendimize has”, “authentique” gibi sözcüklerle dile getirdiği kavram, denebilir ki düşüncesinin anahtar kavramlarından biridir. (…) Ona göre karşıtlık, gerçek (halis) olanla sahte (taklit) olan arasındadır. (…) İstediği, eski’ye dönmek değil, yeni’yi temellendirmede eski’den yararlanmak [tır]. Huzur’u okutan, (…) Tanpınar’ın dünyaya ve yaşama belli bir kültür düzeyinden, ince bir zevk ve duyarlıkla bakışıdır.

Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-1”- Bir Huzursuzluğun Romanı: Huzur



Huzur'da Tanpınar'ın asıl derdinin bir takım değerler arasında süregiden çatışmayı sergilemek ve çatışmanın yarattığı bunalımı Mümtaz'da göstermek olduğunu söyleyebiliriz. (…)

Mümtaz'ın bunalımı yaşadığı iç dünyasının sergilenmesi Tanpınar'ın anlatım tekniğini de belirler. Roman 3.tekil şahısla anlatılan bir romandır. Fakat 3.tekil anlatıcının bilinci, romanın temel kahramanının bilincine çok yakındır. Hangisinin düşünüyor, hangisinin ifade ediyor olduğu zaman zaman birbirine karışır. (…)

Berna Moran, yukarıda adı geçen değerler çatışmasının romandaki görüntüsünün Mümtaz'ın kişisel mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması olduğunu söyler. Genel anlamıyla estetik değerler ile sosyo-politik değerlerin çatışması.

Nuray Küçükler, “Batılılaşmanın Gölgesinde Süregiden İki Olgu: ‘Huzursuzluk’ ve ‘Tutunamamak’ Huzur ve Tutunamayanlar'ı ‘Batılılaş(tır)ma’ Sorunsalı Açısından İnceleme Denemesi”





Tanpınar’da geçmişin kendisinden çok yokluğu,
bıraktığı boşluk önem kazanır. ...Geçmiş
‘aradıklarını yerlerinde bulamadığımız için’
çeker bizi. (…) İçimizdeki didişmede kayıp
olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda
arıyoruz. (…)

Tanpınar, bölünmüş bir dünyanın
romanını yazdı (…) Bu uyuşmazlığı,
dış dünyayı ve yüzeyleri silerek,
onları derin ve yoğun bir dille
kuşatarak aşmaya çalıştı:
Bölünmüşlüğün çözümünü sanatın
uyum ilkesinde aradı. (…)
Öznenin kendisini unutamadığı
bir hatırlayışın romanlarını yazdı.

Nurdan Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge” – Tanpınar’da Görünmeyen

M-MÜMTAZ

Beethoven Op.132.
La Minör Yaylı Sazlar Kuarteti, 5. Mov.;
Buhran; Terkip; İstanbul




“Çünkü hadiselerle beraber biz de değişiriz; ve
biz değişince mazimizi de yeni baştan kurarız.”
İnsan kafası böyleydi. Zaman, onda daima teşekkül
ederdi. Hal, bu bıçak sırtı, hem mazinin yükünü taşır,
hem de onu çizgi çizgi değiştirirdi. (…)

Hepsi onun olmaktan çıkacaklardı. Meğer ki, hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekâsı, insan kalbi, insan ruhu, insan hafızası… İnsan çekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu. “Vakıa bazı hayvanlar da sahiplerini ve yaşadıkları yeri unutmazlar…” Fakat bu da insandan kendilerine geçen bir şeydi. (…)



“Bir sahildeydim; bir yalı rıhtımında.
Karşımda akşamı hazırlıyorlardı.
Tıpkı bir tiyatro dekoru gibi.
Evvelâ büyük, çok büyük kalaslar
getirdiler. Fakat ne kadar
renkli şeylerdi. Mor, kırmızı,
lacivert, pembe, yeşil kalaslar…
Sonra onları birbirine çaktılar.
“Güneşi asacağız buraya!” diyorlardı.
Ben başımı sallıyor; “Rüyada güneş
görünmez, diyordum. Ne güneş, ne ay.
Uyku ölümün kardeşidir, diyordum.”
Fakat onlar dinlemiyorlardı.
Nihayet iplerle güneşi çektiler.
Fakat bu güneş değildi. Sadece Suat’tı.
Fakat ne kadar güzel ve ne kadar renkliydi.
İpler vücuduna geçtikçe yüzünde tebessümü
artıyordu. Sonra onu oraya, bir tiyatro sahnesi gibi hazırladıkları akşama gerdiler. Batan güneş o olmalıydı! Sonra makaralar, bilmediğim aletler işlemeğe başladı. Suat’ı bağlayan ipler gerildikçe gerildi. Ben onların etine kadar değdiğini anlıyordum ve acımaktan, olduğum yerde çıldırıyordum. Fakat Suat hiç acı duymuyor gibi gülüyordu; her tarafı renk içindeydi, pırıl pırıldı. Iztırap çektikçe daha fazla gülüyordu. (…)



-Galiba musikiyi seviyorsunuz!
-Hem de çok.
-Yalnız alafranga mı?
-Hayır alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil. (…)
-Korkunç değil mi doktor? Ama diye ilave etti.
İki başla değil, bir başla düşünüyorum.
Doktor kendi telkin ettiği hayali keşfetmişti; gülümsiyerek:
-Ama iki türlü düşünüyorsun, dedi. Hattâ daha garibi,
iki türlü duyuyorsun. Ne hazin değil mi? Daima Akdenizli bir tarafımız bulunacağı gibi, daima Şarklı bir tarafımız da kalacak. Güneş vurmuş tarafımız. Şu batıcı ve keskin ayna kırıklarını ruhunda duymak. (…)



Sonra bu işlerden ne kadar
çekinirseniz çekinin,
mıknatıslanmış gibi,
arkanızdan itiyorlarmış
gibi onu yaparsınız,
insan hayatında sakınmak
yoktur. Hele kütle halinde,
asla. Bir kere uçurum göründü
mü, ölüm simsiyah dili ile
konuştu mu? (…)

Fakat bu tabiatta ne hep ne hiç vardı. Hep veya hiç beraber oldukları zaman, insan kafasının o terazi mükemmeliyetinin bir sakatlığı oluyordu. Bu harikulade cihaz kendi mükemmeliyetinde şaşırınca bu muadele çıkardı. Veya onu düstur tanıyanlara, bu mûdil hayatı onun zaviyesinden görenlere!.. Bu hendesi noktada insanoğlu bütün hayatın kendi elinde olduğunu sanırdı. Çünkü bu öyle bir noktadır ki, orada yalnız kendimiz varız. Daha doğrusu bir ânımız. Çünkü “hep ve hiç”i biz dahi biraz kendimizde derinleştirdik mi, terazi mücerret muvazenesinden kıl kadar uzaklaştı mı unutur, azapların, aldatıcı hayallerin, ümitlerin, pişmanlıkların dünyası başlardı. Ya hep, ya hiç. Hayır, her şeyden biraz. (…)



İnsanoğlunun ıstırabı kadar
tabii ne vardı! Şuurla
var olmayı, gerçekten var
olmayı ödüyordu. Fakat
insanoğlu bununla kalmıyor,
bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu.
Yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini, hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. Aklın bittiği yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre değil, kendisi. Aklın serhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelemediği yerde kendi içinde aydınlık, pırıl pırıl tutuşan bir su nergisiyim. Fakat hayır, o bunu diyeceği yerde "madem ki düşünüyorum, o halde varım, madem ki duyuyorum o halde varım, madem ki harp ediyorum o halde varım, madem ki ıstırap çekiyorum, o halde varım, sefilim varım, budalayım varım!" diyordu " (…)



Ne görecekti, sanki? Bir yığın
eski ve bildiği şeylerdi bunlar.
Üstelik içi rahat değildi, kafası
ikiye, hattâ üçe bölünmüştü. Bir
Mümtaz, belki en mühimi, talihten
en çok korkan, düşüncesini
gizlemeye en fazla çalışanı,
orada, evde, hastanın başı ucunda,
onun dalan gözlerine, kuruyan dudaklarına, inip çıkan göğsüne bakıyordu. Öbürü Nuran'ın şu dakikada bulunması ihtimali olan İstanbul'un her köşesinde onunla beraber olabilmek için parçalanıyordu; sanki her rüzgâra kendisini parça parça dağıtıyordu. Bir üçüncü Mümtaz demin tramvayı durduran kıt'anın peşine takılmış, bilinmeze, talihin haşin cilvelerine doğru yürüyordu. (…)


‘HUZUR’, A.H. TANPINAR

25 Aralık 2009 Cuma

S-SUAT


Beethoven Op.132.
La Minör Yaylı Sazlar Kuarteti, 3. Mov.;
Melankoli; Âti; Beyoğlu



Maddeden ibaret bu tesadüf rüyasının… (…)

Sonunu bile bile ve o sona rağmen, kendisini idrak etmek. (…)

Biz bir mazi aynasında öpüştük.. hiçbir isteğimiz kolay
kolay yerine gelemez… (…)

Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi
sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi
Wagner olmadığı için, Yunus’u Verlaine, Baki yi Goethe ve
Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. (…)


Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil,
arkasında bulunduğumuz içindir. (…)

Hem şifasız hastalığımız, hem de tükenmez
kudretimiz şark. (…)

Neyin biricik sırrı hasrettir (…) ney mevcut olmayanın
yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konuşur.
Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar?
Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?
Maddenin sükûnunun peşinde miyiz? Yoksa zamanın
çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu
olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz?
Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz?
Yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz? (…)

Hepsi “asla…”nın prensi değil miydiler? Onların beşikleri
hep “olamaz…” burçlarında sallanmış, ömürleri “imkânsız..”ın
ülkesinde geçmişti. (…)

Her yerde ancak getirdiğini bulabilirsin. (…)


Her düşüşün altında bir başkası vardır. Ve herkes
kendinin mezarıdır. (…)

Kendimi duymak istiyorum da ondan!
Uçuruma, her an ben varım, demek ihtiyacı. (…)

Hakikatte bir şafak diye baktığın şey bir yangındır. (…)


Herkes bir düşünceyi böyle dönülmez yere taşıyabilir
ve orada azdırabilir. Fakat niçin yapmalı? Zorla
kendimize baş dönmesi yaratmaktan bir şey çıkmaz ki. (…)

Birgün Boğaz’da gezinirken bir köpek yavrusunu,
şartlarına göre fazla mesut, diye denize attı. (…)

Sanki kafasının bir tarafında çok zalim, akla gelmedik
işkencelerden hoşlanan bir sihirbaz vardı. Birkaç saniye
içinde, etrafındaki her şeyi değiştiriyor; mevcudu ortadan
yok ediyor, mevcut olmayanları getiriyor, sade yaşadığı
ânın değil, bütün mazisinin, geçmiş günlerinin çehresini
ve mânâsını bozuyor, yalnızlık saatlerinin lezzeti olan
her hayalini tükenmez bir zulüm haline sokuyordu. (…)

Her insanda mevcut o sadece bir an olmak iddiasına,
ölümle hayatın müşterek mânâsını taşıyan o keskin bıçak
sırtına taşınmağa çalışıyordu. (…)

Belki insanoğlunda tek kalan hayvanî insiyak, küçük
kızların, âdeta hoşa gitmek için yaşıyor gibi görünmeleridir. (…)


Hayat kendi şeklini veya şekilsizliğini, o devamlı oluş
halini fikrin hatırı için bırakmaz. (…)

-Bütün fecaat, insanın insanla karşılaşa karşılaşa, en
sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi…
-Fikirler de öyledir: Hayatla karşılaşa karşılaşa
tanınmaz hale gelir. (…)

Hareketlerimizin sebeplerini kendimiz bile çabukça
gözden kaybederiz. Kaldı ki etrafımız için onlar
çarçabuk kendi başlarına kalırlar. Hattâ muhayyilemiz
kendiliğinden bu müstakil hareketlere başka sebepler
icat eder. (…)



Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi
uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında
bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış! (…) Nuran
seni birtakım mebdelere kadar getirdi. Başkaları oralara
başka yollardan geçerek gelirlerdi. Burası ehemmiyetli değil.
Fakat artık düşüncesi önüne sed çekmesin! Bir insanda fazla
gecikilmez, birçok şeyler gibi insanlar da kuyuya benzer.
İçlerinde boğulabiliriz. Arasından geç, git. Bir fikrin
etrafında düşüncenin hür oyunlarını dene… (…)



‘HUZUR’, A.H. TANPINAR

21 Aralık 2009 Pazartesi

N-NURAN


Beethoven Op.132.
La Minör Yaylı Sazlar Kuarteti, 4. Mov.;
Hüzünlü neşe; Şimdi; Boğaz



Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızda
taşırız. Onun için onları kımıldatmamız bu
düşüncenin ağırlığı nisbetinde güç olur. (…)

- O kadar ki akşamın bahçesinden sarkmış
gibisiniz… O söner sönmez, yere düşeceksiniz,
sanıyorum.

-O zaman hepimizi birden gece
toplayacak… Çünkü siz de öylesiniz… (…)


Dibinde tanımadığı, hiç görmediği yüzlerce
insanın hayatından bir şeyler uyuyan aynanın
sularında başları ve elleri birdenbire birleşmişti. (…)

Bizim musikimiz kendi içinde değişene kadar
hayat karşısında vaziyetimiz değişmez sanıyorum.
Çünkü onu unutmamız ihtimali yok…
O değişene kadar aşk tek talihimiz olacak! (…)

Debussy’yi, Wagner’i sevmek ve Mahur
Beste’yi yaşamak, bu bizim talihimizdi. (…)

Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza
sakin bir limanda bekleyen gemi gibi
hazırlanmış, yüzünün mahmur İstanbul
sabahlarını hatırlatan örtülüşleri, yaşanan
zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler (…)

Bütün aynalar Nuran’ın çıplaklığıyle
Mümtaz gibi çıldırmışlardı (…)

Mümtaz, ömrünü ve hayatını ona hediye ettikçe,
o tıpkı eski ve cömert Abbasi halifeleri gibi
hepsini birden kabul ediyor, sonra yine ona iade
ediyordu. “Benimdir. Fakat sende kalsın…” (…)

Kendi hayatını bir başkasının düşüncesinde
yaşamak, zamana kendinden bir şey kabul
ettirmek. (…)

Bir düşünceyi en zalim şeklini alıncaya kadar,
kafasında evirip çevirmek itiyadı. (...)

Bu insanlara yeni hayat şekillerini hazırlamadan
evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini
veren eskilerini bozmak neye yarar. (…)

İnsan ruhunun en az tahammül edebildiği şey, -belki
daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden
yaşamağa mecbur olduğumuz için olacak- saadettir.
Iztırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda
yürür, bir bataktan kurtulmağa çalışır gibi ondan
sıyrılmağa çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız
ve bir gün farkında olmadan yolun ucunda, bir
köşeye bırakıveririz. (…)

Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına
alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak… (…)



‘HUZUR’, A.H. TANPINAR

20 Aralık 2009 Pazar

İ-İHSAN



Beethoven Op.132.
La Minör Yaylı Sazlar Kuarteti, 1. Mov.;
Kasvet; Mazi; Emirgân


Acaba hep alışkanlık mı? Hep yanımızdakileri
mi seviyoruz? (…)

Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla
her şey ayağımıza gelir. (…)

Fakat Macide’de, bu garip ve sonsuz derecede
zengin mahlûkta tebessüm şahsiyetin yarısıdır. (…)

Devam etmesi lazım gelen, işte bu türküdür.
Çocuklarımızın bu türküyü söyleyerek, bu oyunu
oynayarak büyümesi; ne Hekimoğlu Ali Paşa’nın
kendisi, ne konağı, hattâ ne de mahallesi. Her şey
değişebilir, hattâ kendi irademizle değiştiririz.
Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim
damgamızı basan şeylerdir. (…)

Her ninnide milyonlarca çocuk başı
ve rüyası vardır. (…)

Fakat şark, hiçbir yerde hattâ mezarında bile
katıksız olamazdı. Bu kitapların yanıbaşında
açık işportalarda, içimizdeki değişmenin, intibak
arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanın
kucak dolusu şahitleri, kapakları resimli romanlar,
mektep kitapları, ciltlerinin yeşili atmış Frenkçe
salnameler, eczacı formülleri vardı. (…)


Kendi sıkıntılarının hikâyesiyle başkasını
teselli etmek isteyen bi adamın sözünün
bir türlü bitmeyeceğini… (…)

Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada
bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an
birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra
olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok ince,
görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan
ayrılıyordu. “Biz mi gidiyoruz
onlar mı?..” sual buydu… (…)

Bu kaldırım taşlarında hayatın hangi
parçasını görüyor? (…)


‘HUZUR’, A.H. TANPINAR

18 Aralık 2009 Cuma

D-DERVİŞ ŞENTEKİN


Adam Maocu. Eski Maocu ama ruhuna sinmiş bir kere. Bir pro-Sovyet atasözü “Kuzudan post Maocudan dost olmaz.” der. Ama yanlışmış. Adı üzerinde atasözü... Olurmuş meğerse... Hiçbir kapıdan ilk önce çıkmamak gibi bir âdeti var. Üstelik “kılıcını elinde taşıdığı” halde. Gerçi kullandığına henüz şahit olunmadı; çünkü adam Malatya kaysısı gibi, asit-baz dengesini ayarlıyor insanın. Bir de “Bana iyi bir metin verenin kırk yıl kölesi olurum” düsturuyla yaşıyor. Galiba Ali de iyi kitaplar okuduğundan sona bırakılmıştı. En mühimi de acıbademleri hep o ısmarlar ve en güzel Şiir’i de o yazmıştır.

17 Aralık 2009 Perşembe

B-BENİMLE EVLENİR MİSİN?


Nikâh memuru: Siz, Sayın Adaykoca, penisinizi ömür boyu sayın Adaykarı’nın vajinasına sokmaya ve başka hiçbir vajinayı düşünmeyeceğinize söz verir misiniz?

Adaykoca: Hem eylem, hem düşünce olarak mı?

Nikâh memuru:
Damat Bey biraz tereddütlü galiba.

Adaykoca:
Düş kurmak, otuzbir çekmek de mi?

Nikâh memuru:
Evli bir erkeğin otuzbir çekmesi evlilik kurumunun kutsallığına aykırıdır. Bunu aklınıza bile getirmeyin. Evet, cevabınızı bekliyorum.

Adaykoca:
Çok kararsız kaldım. Şişme-kadın da mı olmayacak?

Nikâh memuru:
Siz biraz düşünün öyleyse. Sayın Adaykarı, siz ömür boyu vajinanızın içine sadece Sayın Adaykoca’nın penisini alacağınıza dair namusunuz ve şerefiniz üzerine yemin eder misiniz?

Adaykarı: Asla! Milletvekili mi oluyoruz burada, ne biçim yemin bu böyle!

Nikâh memuru: Orospu olma ihtimalinizi çok yüksek gördüm, o yüzden namusunuz ve şerefiniz… Ne diyorsunuz, vajinanız kamuya açık mı?

Adaykarı: Jinekolog musun nikâh memuru mu? Dünyanın bütün yaraklarını amıma sokacağım. Boy önemli değil, ama kalınlık önemli. Sizinki nasıl?

Nikâh memuru:
Hanımefendi ben bir kamu görevlisiyim, lütfen…

Adaykarı: Kravatlı yani. Ciddi ve vatansever yarak. Beş yılda bir kademesi artıyor herhalde. 3’ün 1’ine geldiniz mi.

Nikâh memuru:
Daha var, zorunlu hizmetten sonra. Evet, ne diyorsunuz?

Adaykarı: Asla ve asla!

E-EDEBİ ET PAZARI


“Sence Virginia bana verir mi?”
“Verse ne olur ki, baksana ne kadar sıska. Ayrıca da vermez, kadınlardan hoşlanmıyor mu?”
“Galiba, ama erkeklerle de ilişkisi vardı herhalde”
“Bilemem, ben Balzac’ı seçtim. Biraz kilolu ama şu bakışlara baksana.”
“Evet, yakışıklı. Zaten libidosu da yüksekmiş.”
“Hadi ya, ay ne hoş.”
“Bir yandan hizmetçisini düdüklerken, bir yandan da yazıyormuş.”
“Nasıl canım?”
“Ne bileyim. Kadın domalmıştır, Honore de arkada durup gidip geliyordur. Arada durup yandaki komodinin üzerendeki bir deftere de yazıyordur.”
“Ne yazacak canım?”
“Belki erotik bir sahne, adam gerçekçi ya.”
“Ay çok tatlı.”

“Thomas Mann’a ne diyorsun?”
“Bilmiyorum, iyi bir adama benziyor. Biraz aile adamı gibi, fazla düzgün. Ben onu çok üzerim.”
“Evet, bana da öyle geldi. Steinbeck?..”
“Evet, Steinbeck! O da bizim gibi işçi sınıfından. Biz işçi sınıfından mıyız?”
“Zor soru. Öyleyiz herhalde. Çalışıyoruz. Bunun için para da veriyorlar.”
“Ne parası oğlum, para mı diyorsun sen ona.”
“İşçi sınıfındanız işte. Görünmez işçi sınıfından.”
“Bence Steinbeck çok sikiciymiş. Bıyıklar falan. Tam hayat adamı. Balzac’la Steinbeck arasında kaldım. Bu kim? Alberto Moravia…”
“İtalyan. Ben de hiç okumadım.”
“Pedofillere benziyor. Aristokrat pedofil… Kesin geydir. Bunu geçelim.”
“İşte Nietzsche. Bir de buradan yakın dedi Zerdüşt.”
“Ay Nietzsche’yi istemem. Beni çok yorar Nietzsche. Hiç uğraşamam. Bir de bu bıyıklar… Yani, eski zamanlarda belki iyi olabilir ama… Fırçayla öpüşüyormuşsun gibi.”
“E, sonuçta?”
“Kararsız kaldım Steinbeck’le Balzac arasında.”
“Benim pek seçeneğim yok. Virginia’ya kaldım.”
“Niye ki, şu Moravia da olur belki, istemez misin?”
“Yok, Virginia daha iyi.”
“İyi, ben de Balzac diyorum o zaman.”

T-TEHLİKELİ OYUNLAR


Roman 1973 yılı mayıs ayında yayımlanır. Ancak edebiyat çevresinden gelen yankı, Tutunamayanlar’ın aldığının yarısı kadar bile olmaz. 1973 eylülünde Samim Kocagöz’ün İzmir’in İçinde’sini tanıtan Fethi Naci, yazısının başında “1973 yılı ‘bir roman yılı’ olacak” dedikten sonra o yıl çıkmış olan kimi romanların adını veriyordur ama bunların arasında ‘Tehlikeli Oyunlar’ yoktur. (...) ‘Tehlikeli Oyunlar’a solcu edebiyat çevresi ilgi göstermez. 1975 Varlık Yıllığı’nda Rauf Mutluay Tehlikeli Oyunlar’dan “laf yığını” diye söz eder. (...) Hikmet’in roman sayfalarından yankılanan sözleri de sitem doludur: “Beni şimdiye kadar otuz yedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım.”

‘Ben Buradayım - Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası’, Yıldız Ecevit




Hikmet, doğal olmadıkları halde doğallaştırılan, evrensel bireyin oluşumuna engel olan toplumsal çarpıklıkların maskelerini indirmeyi, yamaları bozmayı ister. Bunu aşmanın yolu “Ben olmak”tır. Ancak, romanın biçimi gibi Hikmet’in aklı da Batıcılığın hükmü altındadır. Batı’nın Kartezyen öznesi, egemenliği akla dayanan bu bütünleşmiş özne miti, düşünürken var olurken, Doğulu Hikmet düşünürken düşüyordur.

‘Tehlikeli Oyunlar’da Kötülük Sorunu , Çağla Cömert, Mesele, Şubat 2009, Sayı:26

H-HİKMET'İN BİLİNÇALTI


Bütün güçlük bir tane Hikmet olmasından doğdu. Dün gece rüyamda Bu hikmetler kalabalığını ilk defa açıkça gördüm. Sonra bir ansiklopedi yazmayı düşündüm.” Albay, “Ansiklopedi mi?” dedi, “Ne ansiklopedisi.” “Bayağı ansiklopedi işte, Hikmet Ansiklopedisi.” “Nasıl Hikmet?” “Bildiğiniz Hikmet canım.” Durdu, “Öyle ya” dedi, “Birçok Hikmet vardı değil mi? Hangisini yazacaklar?” “Kim yazacak?” dedi albay. “Önce ben yazacaktım, sonra da başkaları. Birbirimizden habersiz çalışacaktık. Geri kalmış bir ülke insanının iç dünyası olmaz diye vazgeçtiler.” Hüsamettin Bey sabırsızlanmağa başlamıştı: “Kimler?” “İngilizler,” dedi Hikmet zayıf bir sesle. “Bırak canım şimdi İngilizleri. Ne alakası var bununla?” “Zaten bıraktım. Artık ikimiz yazacağız bu ansiklopediyi. Hikmet’in bilinçaltını inceleyerek bir sonuca varacağız. Yetkili kişiler bu konuda çekimser davrandıkları için bu konuyu da Hikmet, yani bizzat konunun kendisi ele alacak.”

“Sen, bu ‘bilinçaltı’ dediğin şeyi ortaya çıkarabilecek misin bakalım kendinde?” dedi albay. “Zaten bilinçaltımda pek bir şey kalmadı albayım, ne var ne yok hepsi tükendi.” “Canım öyle şey olur mu?” dedi Hüsamettin Bey. “Olur albayım. Aslında dış yaşantılarım çok fakir olduğu için, herkesin büyük bir titizlikle sakladığı bilinçaltı zenginliklerimi açıkça ve utanmazca kullanarak bitirdim.”

“Saçmalama,” dedi emekli albay. “Öyle demeyin doktor. Ben bugüne kadar hiçbir ıstırabımı bilinçaltına itmeyi başaramadım. Bu yüzden çok boş kaldı orası. Özellikle gecekonduya geldikten sonra, bütün rezilliklerimi çekinmeden sergiledim. Hatta bunları birer marifetmiş gibi göstermeğe çalıştım. Bu ülkede eksikliğini duyduğum ‘insanın kendiyle hesaplaşma meselesi’ni bizzat kendime uygulayarak bu meselenin ilk kurbanlarından oldum. Aslında, meselenin ciddiyetine dayanamadığım için, oyunlarla durumu örtbas etmek istedim. Ortada bir Hikmet olsaydı belki bu hesaplaşmayı yürütebilirdim. Fakat sorarım size doktor: Hikmetlerden hangi biriyle hesaplaşacaktım? Üstelik, ortada dolaşan Hikmet de tek bir varlığın ürünü değildi ki.”


'TEHLİKELİ OYUNLAR', OĞUZ ATAY

S-SEVGİ'NİN ÖZETİ


Burada doğdum. Çok büyümedim. Bir ay önce annem öldü. Onu severdim. Bana benzerdi. Bazı haksızlıklar oldu. On sekiz yaşındayım. Daha liseyi bitirmedim. İyi bir öğrenci değilim. Annemi burada bırakıyoruz. Yalnız kaldım. Uzun yazmayı sevmiyorum. Kadınca bazı dertlerim var. Utanıyorum. Annem gibi ölmüş olmayı isterdim. Fakat, annem gibi genç yaşta ölmekten de korkuyorum. Beni anlayacak biri çıkar mı acaba? Bugün salı.

'TEHLİKELİ OYUNLAR', OĞUZ ATAY

H-HİDAYET'İN MEKTUBU


Hikmet abiden rica edersin, okumadığı bir kenardaki kitaplarından yollarsa çok memnun olurum. Hayır ben söylerim daha iyi. Hikmet ağabeycim. Sizi tanımadan hörmetlerimi yollarım. Annem sizden çok bahsetti. Bizde her ne kadar sizin kadar okuyamadıksa da kitap okumaya düşkünlüğüm vardır. Sağolun anneme mektuplar yazıyorsunuz. Buradaki durumumuz çok şükür iyidir. Bana kitap yollarsanız şimdi hele bir temsil kitabı olursa çok iyi olur. Başkaca hörmet ve selamlar ederim. Annecim. Ben Hikmet abiye söyledim. Zahmet olacaksa hiç zahmet etmesin. Henüz resim çektirip gönderemedim. Kıtada çektireceğim. Süleymanın makinası var. Şehre inince film alacak. Ben, Süleyman, uzun çavuş ve Haydar hep birlikte çektireceğiz. Sizler, Salim, Ömer nasılsınız. Sobalar yanıyormu; gece dikkat edin. Hepinize selam ve hörmet ederim. Hikmet abiye gene selam ederim.

Oğlun: Hidayet

'TEHLİKELİ OYUNLAR', OĞUZ ATAY

16 Aralık 2009 Çarşamba

K-KENAR SÜSÜ





“Gerçeğin de soluna
çiçek yapma sakın.”

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’, OĞUZ ATAY

K-KELİME


“Önce kelime vardı biliyorsunuz.
Bütün bu virgüller, ünlemler
sonradan gelmedir.”

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’, OĞUZ ATAY

K-KALEM


“Ey kalem bu eser senin değildir.
Ey gece bu seher senin değildir.”

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’, OĞUZ ATAY

Ü-ÜLKEMİZ


“(...) Ülkemiz. Ülkemiz bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. Denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz noktalı çizgilerle sınırlanmıştır. (...) Noktalı çizgiler, sınır olarak, sınırlarımızda bulunur. (...) Bundan başka ülkemizin dört yanı köylülerle çevrilidir. (...) Köylü bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur.”

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’, OĞUZ ATAY

T-TUTUNAMAYANLAR


... “Tutunamayanlar baştan aşağı bu dille, bu kadar içerden, bu kadar içten bir dille, ironik olmadan yazılsaydı nasıl bir roman olurdu? Ya da hayat bize neden bu kadar zor geliyor sorusunun bütün tutunamayanlar için ortak bir cevabı; Selim Işık’ı, Turgut Özben’i, Şoför Emrullah’ı, Umum Müdürlüğü kaleminden Niyazi Beyi’i, Tombalacı Akif’i, elinde radyosu dolaşan işçiyi, şehrin fakir mahallelerini buluşturan bir tutunamayanlar dili var mıdır? Ya da bu dil kendini ciddiye aldığında, kendini bir öneriye dönüştürdüğünde ‘kırık ve ıstırap dolu’ tangolardan ne farkı olacaktır? Bir farkı olacak mıdır?

(…)

Tutunamayanların pozitif bir öneriye dönüştüğü an bütün sahiciliğini kaybedeceği…”

Kemalizmin Delisi Oğuz Atay


‘YER DEĞİŞTİREN GÖLGE’ ,NURDAN GÜRBİLEK

D-DISCONNECTUS ERECTUS




..."Garip Yaratıklar Ansiklopedisi'nden

Tutunamayan (disconnectus erectus): Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer). Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı Birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez). İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat –gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler). Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir). Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır. Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir). Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.”

'TUTUNAMAYANLAR', OĞUZ ATAY

S-SELİM IŞIK


İki yaşında geçirdiği sıtmanın etkisiyle hızlı koşamadığı için saklambaç oyunlarında sık sık ebe olmaktan kurtulama(yan) Selim Işık’a dair...

(...)

“Ben, senin bilinçaltı karanlıklarına ittiğin ve gerçekleşmesinden korktuğun kirli arzuların, ben senin bilinçaltı ormanlarının Tarzanı! Yemeye geldim seni. Benden kurtulamazsın. Ben, senin vicdan azabınım!” “Bağırma, anladık. Benim vicdan azabım bu kadar kıllı olamaz. Ruhbilimci Tarzan, lütfen giyin.”

(...)

“Ona, gereksiz bir sürü şey bildiğimi söylerdim. ‘Bir yerde lazım olur,’ derdi. ‘Biz harp çocuğuyuz. Hiçbir şeyi atamayız kolayca. Ona da bir müşteri çıkar’”

(...)

“Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?”

(...)

“Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü.”

(...)

“...ben gidiyorum müsaadenizle sizi sevmek için eve gidiyorum…”

(...)

“…çok yaşamak için iki nefes alıyorum bir nefes veriyorum…”

(...)

“Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz.”

(...)

“Ben bir eskiciyim, eskiye dönük bir adamım.”

(...)

“Bugünlerde din kitapları okuyorum. Karl Marx, kitap raflarından parmağını sallıyor bana. Kitaplarının arasında uyuşturucu madde kaçıran bir genç yakalandı diyecekler.”

'TUTUNAMAYANLAR', OĞUZ ATAY

O-ON LİRANIN ÜSTÜ


“...Allahım (Sen ki bütün dilleri ezbere bilirsin),
neden babasının verdiği on liranın üstünü bir kerede
yolda düşürmesini sağlamadın da, önce iki buçuk
lirayı düşürdü ve koşa koşa dönüp bu parayı ararken
kalan dört lirayı da kaybetti? Soruyorum: Neden?”

‘TUTUNAMAYANLAR’,OĞUZ ATAY

E-ENKAZ




“...üstünüze çökmeden yıkın beni yerime cam mozaik cepheli bir apartman yaptırırsınız size iki daire on bin lira para verirler geçinir gidersiniz çok beklemeyin sonra üstümden yol geçirirler belediyeden metelik alamazsınız fena mı iki daire birinde oturursunuz birini kiraya verirsiniz üst katımda oturun alt katımı kiraya verin sağlığımda işe yaramadım hiç olmazsa enkazımdan bir şeyler kazanırsınız...”

‘TUTUNAMAYANLAR’, OĞUZ ATAY

D-DUA



“Allahım ne olur Sen anneme
Babama, bana ve nineme
Ve apartmandaki Baha Beye, karısına ve oğluna
Ve mahalledekilere ve rahmetli dedem Hüsrev kuluna
Ve Ankara’dakilere ve Türkiye’dekilere
Ve dünyadaki bütün iyilere
Rahatlık ver.
Onların içinde (varsa eğer)
Hırsız, fena
Ve kötülük etmek için insana
Fırsat bekleyenlere
Ve beni azarlayan kapıcımız Kamber’e
Ve beni bahçede korkutan horoza
Ve ezberimi bilmezsem ceza
Verecek öğretmene
Rahatlık verme.
(Ceza vermezse rahatlık ver.)”

‘TUTUNAMAYANLAR’, OĞUZ ATAY

13 Aralık 2009 Pazar

K-KARAKONCOLOS YA DA 5K 1N


Karakoncolos: Kimsin?
Kırmızı Kedi Kafeşantanı’nda Kendini Kaybetmiş Kederli Katil. (7/7)

Karakoncolos: Adın ne?
K. (1/1)

Karakoncolos: Nereden geliyorsun?
Karaköy’de Kerhanede Kamelyalı Kadın’ı Kütürdetmekten. (5/5)

Karakoncolos: Kim şampiyon olur?
Kara Kanaryalar. (2/2)

Karakoncolos: Aşk mı para mı?
Kredi Kartı.(2/2)

Karakoncolos: Nesneyi, metni, toplumsal pratiği ya da herhangi bir şeyi kendinde olarak anlamayı amaçlayan bir özne varsayabilir miyiz?
Nesneyi, metni, toplumsal pratiği ya da herhangi bir şeyi kendinde olarak anlamayı ilk planda mümkün kılan, peşin hükümler ya da önyargılardır. Kuran’ı ya da Komünist Manifesto’yu, tarihimizde oynadıkları role ilişkin bir bilgi olmaksızın anlamak mümkün değildir. (36/4)

Karakoncolos: Tarağımı unutmasaydım beynini ikiye ayırırdım. Sadece suratına tükürmekle ve üzerine işemekle yetineceğim. Zemheride döneceğim, Gadamer’i iyi öğren, Hermenötik tartışacağız.

8 Aralık 2009 Salı

R-RAMAZAN'IN KARISI


Koruma: Ramazan gene kumara başlamış, karısı şikâyete geldi. Kundaktaki çocuğu hastaymış. Alacaklılar kapıda beklermiş. Ramazan bir haftadır ortada yokmuş.

Ramazan’ın karısı: Aslanım benim, aslanım. Beni kurtarsan kurtarsan sen kurtarırsın. Bu Ramazan katilden beter. Hayırsız, insafsız itin biri. Çoluk çocuk sefil olduk. Evde su içecek kap bile kalmadı. Sonunda ortanca kızım da isyan etti. Ablam gibi ben de orospu olacağım dedi.


Fırat:
Ramazan’ı bulun. Ramazan’a 5 bin lira verin; bu karıyı boşasın bir daha da eve gitmesin. Kızı evden alıp yatılı okula verin; orospu olacaksa okumuş orospu olsun.


UMUTSUZLAR, 1971, YILMAZ GÜNEY

3 Aralık 2009 Perşembe

M-MİDE FEDAİLERİ



(…)

Her evden yemek sırasında, bin bir şekilde süslenen, kızartılıp pişirilmiş adalenin mide bulandıran kokusu yükseliyor. Çocuğu, kadını, erkeği bu parçaları yiyor. Bunlar terbiye, ahlak zarafeti, namus, iffet ve şefkatten dem vuran insanlar! Yargıç, imam, öğretmen, şair, edip, ressam, yazar ve hayatta para ve boğaz düşkünlüğünden daha yüce değerler olduğunu sanan herkesin midesi, düşünmek istedikleri vakit, bu canlıların leş ve pıhtılaşmış kanlarıyla dolu!
Bu hal, hayvanlara işkence etmek bir yana, hiç gerek yokken insanların acıma duygularını ve doğadaki varlıklarla birleşmesini kendi içinde zorla bastırması nedeniyle çok korkunçtur.

(…)

Yüreğimizden gelen doğal, yapmacıksız duyguları zorla bastırmadığımız sürece insanın içinde canlıları öldürme ve canını yakmaktan nefret etme duygularının olacağı açıktır. Ve yine hiç kuşku yok ki, insanlar yedikleri hayvanları bizzat kesmek zorunda kalsalardı, çoğu et yemekten vazgeçerdi. Bu doğal başkaldırı, kanlı yiyeceklere olan bu nefret vejetaryenlerde birkaç ay sonra daha da artar. Doğal duygularımızı küçümseyip bunu yufka yürekli olduğumuz şeklinde yorumlamamalıyız. İnsanın öldürmekten nefret etme duygusu kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü öldürmek için yaratılmış değildir. Hayvanlar bunu algılayamazlar. Hayvanları üzmek ve öldürmek, insanlık şeref ve makamına edilmiş bir küfürdür. Hayvanların varoluşları, dünyaya gelişleri, oyun ve sevinçleri, acı çekmeleri, ana şefkatleri, ölüm korkuları, vücutlarında uyanan istekler, ölüm ve yazgıları, tümü insanınkine benzer.

(…)

Öyle kimseler vardır ki bir hayvanı incitemezler, ama dolaylı olarak başkalarını bu zarif işe zorlarlar. Et yiyen herkes hayvanı bizzat öldürsün ya da bu kişiler gidip ömürlerinin bir saatini o güzel manzarayla geçirsin bakalım. O leziz yiyeceklerin kendileri için nasıl hazırlandığını görsünler! Allahtan, işledikleri toplu kıyım cinayetleri gözden uzak olsun diye mezbahaları şehir dışına kuruyorlar. Mezbaha, iki ayaklı hayvanın icadıdır. Hiçbir yırtıcı ve kan dökücü canlı, yemini bu denli rezilce yemez! İnsan, kurtların ve yeryüzündeki kan dökücü canlıların yüzünü ağartmıştır! İnsanoğlunun zalimce yaşaması neden başkalarının o kadar acı çekmesine neden olsun? Başka canlıların mutluluk ve sevincini yok etmekten ne çıkarı olabilir? Acaba onun uygarlığı günahsızların kanıyla bulanmaya mı bağlı? Ne ekerlerse onu biçecekler. İnsan kan döküyor, zulüm tohumu ekiyor. O halde sonuçta savaş, acı, yıkım ve toplu kıyım biçecek. İnsanlık ilerlemeyecek, huzur bulmayacak; mutluluk, özgürlük ve barış yüzü görmeyecek etobur olduğu sürece.



SADIK HİDAYET - Brüksel, 18 Eylül, 1926

K-KUMGÜZELİ


(...)
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...

Mikroskop mucidi Leeuwenhoek dostu ressam Vermeer'e "su böyle işte ve başka türlü değil" demiş... Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık... Ressamın tarafını tutuyorum... Çünkü, güzelsin...

Birkaç tel beyaz... Bizi gazlamaz... Sakınmazsın görüntünü, biliyorum... Çünkü güzelsin...

Mikroskopun mucidi Leeuwenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafını tutsam da... Sen güzelsin.
(...)

ULUS BAKER

2 Aralık 2009 Çarşamba

B-BAŞKA DÜNYA


Bu dünya artık başka dünya. Hiç basit değil, ama hiç değil. Çok okumakla da olacak gibi değil. İki kanattaki pencereler açık olduğunda en azından perdelerden biri orospuca işveyle gel bana gel bana der ya; ama aldanmamak gerek, sokağın köşesindeki ağacın hışırdayan dallarıyla oynaşmaktadır. Ulan bu soluk, meymenetsiz ağaç için mi beni bıraktın dememek gerek. Bu dünya çok karışık. Bir ağacın hep orada durduğu gibi durmuyor hiçbir şey. Eskiden de durmuyordu gerçi. Hiçbir zaman durmaz. Ama ağaçlar artık hiç olmadıkları kadar tâli. Asıl değil onlar. Her yer ot. Ot kötü bir şey değil, her yerde biter ve işe yarar bir şeydir ot. Otları kes, hemen boy verir. Basit bir şeydir bir ot. Ama hiç de basit değildir. Bir yerde durmaz, köksüz.