27 Aralık 2009 Pazar

M-MÜMTAZ

Beethoven Op.132.
La Minör Yaylı Sazlar Kuarteti, 5. Mov.;
Buhran; Terkip; İstanbul




“Çünkü hadiselerle beraber biz de değişiriz; ve
biz değişince mazimizi de yeni baştan kurarız.”
İnsan kafası böyleydi. Zaman, onda daima teşekkül
ederdi. Hal, bu bıçak sırtı, hem mazinin yükünü taşır,
hem de onu çizgi çizgi değiştirirdi. (…)

Hepsi onun olmaktan çıkacaklardı. Meğer ki, hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekâsı, insan kalbi, insan ruhu, insan hafızası… İnsan çekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu. “Vakıa bazı hayvanlar da sahiplerini ve yaşadıkları yeri unutmazlar…” Fakat bu da insandan kendilerine geçen bir şeydi. (…)



“Bir sahildeydim; bir yalı rıhtımında.
Karşımda akşamı hazırlıyorlardı.
Tıpkı bir tiyatro dekoru gibi.
Evvelâ büyük, çok büyük kalaslar
getirdiler. Fakat ne kadar
renkli şeylerdi. Mor, kırmızı,
lacivert, pembe, yeşil kalaslar…
Sonra onları birbirine çaktılar.
“Güneşi asacağız buraya!” diyorlardı.
Ben başımı sallıyor; “Rüyada güneş
görünmez, diyordum. Ne güneş, ne ay.
Uyku ölümün kardeşidir, diyordum.”
Fakat onlar dinlemiyorlardı.
Nihayet iplerle güneşi çektiler.
Fakat bu güneş değildi. Sadece Suat’tı.
Fakat ne kadar güzel ve ne kadar renkliydi.
İpler vücuduna geçtikçe yüzünde tebessümü
artıyordu. Sonra onu oraya, bir tiyatro sahnesi gibi hazırladıkları akşama gerdiler. Batan güneş o olmalıydı! Sonra makaralar, bilmediğim aletler işlemeğe başladı. Suat’ı bağlayan ipler gerildikçe gerildi. Ben onların etine kadar değdiğini anlıyordum ve acımaktan, olduğum yerde çıldırıyordum. Fakat Suat hiç acı duymuyor gibi gülüyordu; her tarafı renk içindeydi, pırıl pırıldı. Iztırap çektikçe daha fazla gülüyordu. (…)



-Galiba musikiyi seviyorsunuz!
-Hem de çok.
-Yalnız alafranga mı?
-Hayır alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil. (…)
-Korkunç değil mi doktor? Ama diye ilave etti.
İki başla değil, bir başla düşünüyorum.
Doktor kendi telkin ettiği hayali keşfetmişti; gülümsiyerek:
-Ama iki türlü düşünüyorsun, dedi. Hattâ daha garibi,
iki türlü duyuyorsun. Ne hazin değil mi? Daima Akdenizli bir tarafımız bulunacağı gibi, daima Şarklı bir tarafımız da kalacak. Güneş vurmuş tarafımız. Şu batıcı ve keskin ayna kırıklarını ruhunda duymak. (…)



Sonra bu işlerden ne kadar
çekinirseniz çekinin,
mıknatıslanmış gibi,
arkanızdan itiyorlarmış
gibi onu yaparsınız,
insan hayatında sakınmak
yoktur. Hele kütle halinde,
asla. Bir kere uçurum göründü
mü, ölüm simsiyah dili ile
konuştu mu? (…)

Fakat bu tabiatta ne hep ne hiç vardı. Hep veya hiç beraber oldukları zaman, insan kafasının o terazi mükemmeliyetinin bir sakatlığı oluyordu. Bu harikulade cihaz kendi mükemmeliyetinde şaşırınca bu muadele çıkardı. Veya onu düstur tanıyanlara, bu mûdil hayatı onun zaviyesinden görenlere!.. Bu hendesi noktada insanoğlu bütün hayatın kendi elinde olduğunu sanırdı. Çünkü bu öyle bir noktadır ki, orada yalnız kendimiz varız. Daha doğrusu bir ânımız. Çünkü “hep ve hiç”i biz dahi biraz kendimizde derinleştirdik mi, terazi mücerret muvazenesinden kıl kadar uzaklaştı mı unutur, azapların, aldatıcı hayallerin, ümitlerin, pişmanlıkların dünyası başlardı. Ya hep, ya hiç. Hayır, her şeyden biraz. (…)



İnsanoğlunun ıstırabı kadar
tabii ne vardı! Şuurla
var olmayı, gerçekten var
olmayı ödüyordu. Fakat
insanoğlu bununla kalmıyor,
bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu.
Yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini, hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. Aklın bittiği yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre değil, kendisi. Aklın serhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelemediği yerde kendi içinde aydınlık, pırıl pırıl tutuşan bir su nergisiyim. Fakat hayır, o bunu diyeceği yerde "madem ki düşünüyorum, o halde varım, madem ki duyuyorum o halde varım, madem ki harp ediyorum o halde varım, madem ki ıstırap çekiyorum, o halde varım, sefilim varım, budalayım varım!" diyordu " (…)



Ne görecekti, sanki? Bir yığın
eski ve bildiği şeylerdi bunlar.
Üstelik içi rahat değildi, kafası
ikiye, hattâ üçe bölünmüştü. Bir
Mümtaz, belki en mühimi, talihten
en çok korkan, düşüncesini
gizlemeye en fazla çalışanı,
orada, evde, hastanın başı ucunda,
onun dalan gözlerine, kuruyan dudaklarına, inip çıkan göğsüne bakıyordu. Öbürü Nuran'ın şu dakikada bulunması ihtimali olan İstanbul'un her köşesinde onunla beraber olabilmek için parçalanıyordu; sanki her rüzgâra kendisini parça parça dağıtıyordu. Bir üçüncü Mümtaz demin tramvayı durduran kıt'anın peşine takılmış, bilinmeze, talihin haşin cilvelerine doğru yürüyordu. (…)


‘HUZUR’, A.H. TANPINAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder