30 Ocak 2011 Pazar

H-HASBİHAL

FELEK İLE…

“Söyle bana nerede satılır eskimeyen kefen?” dedi, hınzır gülümsemesiyle ince dudaklarından çıkan neşeli bir sesle.
İçimden “Hmmm” dedim, “güzel soru…” Ama bekletmedim:
“Tenimden gayrı esbâb bilmem.”
Çınlayan kahkahasıyla “Hep böyle derler!” dedi, “ama ölüm geldiğinde bu kadar umursamaz olamazlar hiçbir zaman.”
“İşte” dedim içimden, “hiçbir zaman aklına ilk gelen zekice olduğunu sandığın cevabı vermeyeceksin. Reklamcılığın birinci kuralı: İlk akla gelen fikir mutlaka daha önce bulunmuştur.”
Asap bozucu. Nasıl ikna edeceksin ki umursamadığını. Üstelik Felek. Dedim ki: “İnanmayacaksın ama ben dün öldüm. Yine inanmayacaksın ama şu an ölüyorum. Ve buna kesin inanırsın –ki pozitivist bir yan seziyorum sende- yarın öleceğim.”
Gülümsedi. Hem de dostça.

“Bak dostum” dedi, “bak ama, dostum dediğime de bakma, ne yalan söyleyeyim uzun süre dost kalabileceğimizi de sanmıyorum. Bir sonraki cümleye kadar yetiyorsa dostluğum, bak dostum: Bakışın gözüme, sözün zihnime, gözyaşın yüreğime kazınmış bir ayna. Sabah kalktığında bir kez bak, sonra bir daha asla. Ta bir sonraki sabaha kadar.” Sırtını döndü sonra, sanki bu lafları o etmemiş gibi, derin derin ufka bakarak değil, boş boş bir oraya bir buraya ama bana dönmeden etrafı kolaçan etmeye.
“Dostum” dedim usulca, “dön bana” asla dönmeyeceğini bilerek.
Döndü. İmajlar ve doğal olarak onlarla bağlı önyargılar... Felek dönmez, sırtını döndüyse bir kere asla dönmez. Ama döndü.
Ve ateşli bir Akdeniz kadınını dahi üşetecek soğuk bir sesle “Hazır mısın boyun eğmeye?” dedi.
Bir tek feryat bile çıkmadı ağzımdan. Sadece içimden kısık bir “Ah zalim felek”. Ünlemsiz, vurgusuz… Reklamcılar değilse de şairler bunu bilir: İlk feryadınız mutlaka daha önce birileri tarafından haykırılmıştır.

U-USUL USUL

YAVAŞÇA

Dolanı dolanı gelir
Ölüm yavaşça yavaşça
Kalem alıp yaz derdimi
Gülüm yavaşça yavaşça

Soyunmuyor bir dem nârım
Sevda oldu öz diyarım
Güz dedi geçti baharım
Selim yavaşça yavaşça















Garip gönlüm durmaz oldu
Gözüm ırak görmez oldu
İşe güce varmaz oldu
Etim yavaşça yavaşça

Sevdiğim bu yana bakmaz
Kaş eğip kirpiğin yıkmaz
Kırıldı kanadım kalkmaz
Kolum yavaşça yavaşça

Şu dünyaya güvenilmez
Ölmeyince kan kesilmez
Mesleki'm artar eksilmez
Zulüm yavaşça yavaşça




Mesleki

23 Ocak 2011 Pazar

S-SİGARAMIN DUMANI

K-KALEDE KİM VAR?

'Kalede Zamora!'

Adını ilk kez duyduğumda on iki, on üç yaşlarındaydım. Belki de 'ilk kez duyduğumda' demek yanlış bir ifâde. Çünkü nasıl ki 'terlik', 'güneş', 'balık', 'top', gibi yüzlerce ismi ilk kez ne zaman duyduğumuzu hatırlamazsak, ben de onu 'ilk kez' ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Üstelik 'adını' demek de pek doğru değil. Çünkü 'onun' bir 'kişi' olduğundan da pek emin değilim artık. ( bir özel ad , bir cins isim, bir kavram ya da bir sesleniş?)

Önceleri Bakkal Şeref 'in oğlu Muhittin, penaltı yarışmalarında her kurtardığı toptan sonra -sonra değil de topu kurtarırken- 'Kalede Zamora!' diye bağırırdı. Tıpkı maç spikerlerinin maç başlamadan önce takım kadrolarını sayarken 'Kalede Sabri, geri dörtlü…' gibi bir 'Kalede Zamora!'ydı bu. Tabii biraz daha vurgulu… Hiç kimse 'Kalede Zamora!'yı yadırgamamıştı. Ortada oynayanların -orta saha anlamında değil de 'kale' dışında herhangi bir mevkide- 'Top şimdi Beckenbauer'de. İleriye baktı ve ortasını yaptı' ya da 'Top şimdi Cemil'de. Cemil kaydı, kaydı, kaydı ve şutunu attı'larından geçilmediği için doğal olarak 'Kalede Zamora!'da yadırganmamıştı. Herhalde Zamora bir kaleciydi ve muhtemelen Brezilyalı'ydı diye düşünmüştük.
Bir süre sonra etrâftaki tek Zamora'nın Muhittin olmadığını fark ettik. Zaten birden fazla Cemil ve Beckenbauer olduğunu biliyorduk. (Bu arada ben uyanıklık edip Overath, Rep ya da Lato oluyordum. Pek fiyakalı olmasa da kimsenin Overath ya da Rep olmaya tâlip olmaması beni 'tek' kılıyordu.) Gâvur mahallesi ve Çingene mahallesiyle yaptığımız maçlarda yeni Zamora'larla karşılaşmıştık. Hatta Cihangir ve Kuledibi'nin çocuklarında da Zamora'lar vardı. Fakat hakkını yememek lazım, en iyi Zamora Çingenelerdeydi. Bir kaleci için pek ufak tefekti; ama yerinde duramıyordu. Bir sağa bir sola zıplıyor, yerden gelen toplara atlıyor, havadan gelen topları yumrukluyor; bazen hızını alamayıp birkaç kişiye çalımı basıyor falan. Kısacası zehir gibi… Tabii her kurtarıştan sonra -yani kurtarışı yaparken- 'Kalede Zamora!' narasını atmaktan geri kalmıyordu. Kısacası Zamora kaleciler için 'fiks' isimdi. Ortada oynayanların isimleri zaman zaman değişiyordu: Lig maçlarının durumuna göre bazen Cemil, Osman ya da Gökmen; Avrupa kupalarına göre bazen Keagan, Daglish hatta Simonsen; dünya kupasına göre bazen Cruyff bazen Beckenbauer veya Müller olunuyordu. Ama kaleciler ısrarla Zamora olarak kalıyordu. Arada bir o haftaki lig maçına göre Sabri, Datcu ya da Yasin olunsa da bu en fazla bir- iki gün sürüyordu.

Peki ama kimdi bu Zamora ? Gören var mıydı, kim seyretmişti ? Yoksa bir kaleci değil de ne bileyim 'Ole!' gibi bir sesleniş miydi, kimse bilmiyordu.
Önceki akşam işten çıkmışım, eve dönüyorum. Top oynayan çocukları engellememek için kaldırımın kenarından yürüyorum. Tam bizim sokağa dönecekken arkamdan o büyülü sesi duydum: 'Kalede Zamora!'. Olduğum yerde çakıldım. Sevinçle döndüm, top oynayan çocuklara baktım.Kalede hâlâ Zamora'ydı. Sonra... Sonra birden beynimde bir şimşek çaktı. Peki ama nasıl olur da bu çocuklar Zamora'yı bilebilirlerdi? Zamora yirmi-yirmi beş yıl önce kaledeydi. Yani 'Kalede Zamora!' yirmi-yirmi beş yıl önceydi. Birden bir sürü saçma sapan fikir beynime hücum etti: Yoksa bu sürede Zamora toplumsal bilinçaltımıza mı yerleşmişti. Olabilirdi. Belki de bizden önce de 'Kalede Zamora!' vardı. Altmışlarda , ellilerde, kırklarda hep Zamora kaledeydi. Belki de Berlin Panteri Turgay yoktu, kalede Zamora vardı.

Zamora'ya doğru, ilerledim. Kendisine doğru geldiğimi gören çocuk birden kalesini terk edip kaçmaya başladı.
"Dur kaçma!" diye bağırdım. Arkasına bile bakmadı. Benden hızlı koşamazdı. Sokağın sonunda yetiştim, ter içinde kalmıştım. Zamora ağlıyordu. "Dur ağlama evladım bir şey yapmayacağım" dedim; fakat nâfile, Zamora susmuyor. Bu arada apartman camlarına toplanmış kadınlar bizi seyrediyor. Durumun tuhaflığını düşünmeye bile fırsat olmadan "N'oluyo lan burda!" sesiyle kendime geldim. Zamora'nın abisi ya da babasıydı. Ne diyebilirdim ki:
"Zamora, ben Zamora'yı soracaktım." demeye kalmadan adam "Vay mına koduğumun sapığı, Zamora ha!" diye kükreyerek burnumun ortasına kafayı geçiriverdi. Birden hava karardı... Kışın hava hep erken kararırdı zaten. Fakat bu karanlıkta daracık kaldırımda birilerinin halay çekmesi çok garipti. Üstelik her iki adım sola bir adım sağa yaptıklarında sağ ayaklarının tabanıyla yanlışlıkla bana vurmaları da hiç hoş değildi. Sonra yavaş yavaş hava aydınlanır gibi oldu. Birkaç kişi gelip halayı bozup beni yerden kaldırmıştı. Her yanım sızlıyordu.
Karım kapıda beni o halde görünce bayılmamak için kendini zor tuttu. Olanları anlattığımda çok sinirlendi.
"O adamların ülkücü olduğunu bilmiyor musun ?" dedi. Şaşırmıştım.
"Ne ilgisi var canım ?"
"Ne demek ne ilgisi var, küçücük çocuğa Ernesto Che Zamora sorulur mu?"
"Zamora'nın ilk adı Ernesto muydu?" Karım iyice sinirlenmişti.
"Zaten sen hiçbir zaman gerçek devrimcilerin adını ağzına bile almadın. Hiç üzülmedim, vallahi iyi olmuş."
"Deli misin be! Az daha herifler beni öldürecekti; bir de 'İyi olmuş' diyor. Üstelik.. üstelik Zamora devrimci falan değildi" Bu son söylediğim karımın çıldırmasına yetmişti.
"Neee! Devrimci değil miydi? Neydi öyleyse? Çekinme söyle, 'goşist' diyeceksin değil mi? Söyle, söyle!"
"Bak hayatım söylemek istediğim bu değil. Zamora…"
"Yeter! Yeter! Daha fazla dinlemek istemiyorum, kapatalım bu konuyu sinirlerim bozuluyor."
Konuyu kapatmıştık. Oysa benim için aralanmış bir kapı sonuna kadar açılmıştı artık: Kimdi Zamora ? Yoksa bir devrimci miydi ?

İki gün izin yaptıktan sonra cuma günü işe gittim. Bütün 'Geçmiş olsun'ları kabul ettim ama meraklı soruları geçiştirdim. Karım bile beni anlamamıştı. İş arkadaşlarıma Zamora yüzünden dayak yediğimi anlatamazdım. Ama içimdeki 'gerçeği öğrenme isteğini' de engelleyemiyordum. Öğleyin Kerem'le birlikte çay bahçesine gittik. Bankada arkadaşlık edebildiğim tek kişi oydu. Zeki ve kalender bir çocuktur. Belki o bir şeyler biliyor olabilirdi. Lafı dolandırmadan sordum:
"Biz seninle aynı kuşaktanız, belki diyorum sen hatırlarsın Zamora'yı... " Tuhaf tuhaf baktı… Biraz düşündü…
"Zamora?.. Aa tabii abi, Zamora... Ama artık biz onu pek kullanmıyoruz, malum bilgisayar sistemine geçtik. Anadolu'daki küçük şubelerde hâlâ kullanan varmış,ama İstanbul'da pek kalmadı artık."
"… Demek artık pek kullanılmıyor"
"Hayrola abi?"
"Hiç… hiç, aklıma takılmış işte nereden takıldıysa. Neyse boş ver."
Çıldırmak işten değildi. Karım Zamora'yı Küba Devrimi'nin önderlerinden biri sanıyordu; Kerem ise bir çeşit kambiyo işlemi. Olabilir miydi ? Olamazdı. Zamora kaledeydi, 'Kalede Zamora!'ydı. Aynı zamanda hem kalede hem barikatlarda hem de bankada olamazdı.
Sakin sakin düşünmeliydim. Yarın cumartesiydi. Önümde iki boş gün vardı. Karım ablasıyla birlikte Avşa'ya gidecekti. Bu iki günde araştırmalarımı derinleştirebilirdim; sorun nereden başlayacağımdı.
İlk önce verileri toplamalıydım. Sonra karşılaştırmalı bir incelemeye tâbi tutup gereksiz bilgileri ayıklamalıydım. Fakat neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu anlamak için elimde bir formül olmalıydı. Yani teorik bir çerçeve çizmeliydim. Belki tanıklara başvurmalıydım. Görsel malzeme ve arşiv belgeleri de önemliydi.

Saat üçe doğru karıma doğum günü hediyesi alma bahanesiyle yarım saat izin isteyip soluğu doğruca Atatürk Kitaplığı'nda aldım. 'Bilgi'ye ulaşmanın en güvenilir yolu kitaplardır her zaman. Hemen Meydan Laurousse'un son cildini açıp okumaya başladım :

ZAMORA -CHINCHIPE : Ekvador´un Güneydoğusunda bir il. Yüzölçümü: 20000 km2 Nüfus : 66167…
ZAMORA, Antonio Vazquez de : İspanyol oyun yazarı. Doğum : 1660 Madrit. Ölm : 1728 Madrit…
ZAMORA : İspanya´da bir kent . Castilla Leon´da il merkezi. Yüzölçümü : 10559 km2 . Nüfus : 221896…
ZAMORA (Niceto Alcalà)-ALCALÀ ZAMORA …
Hepsi bu kadardı. Aradığım Zamora yoktu. Zamora bir oyun yazarı olamazdı. Bir vilâyet ise hiç değildi. Belki de Niceto Alcalà-Alcalà Zamora´ydı aradığım.

Akşam eve gelir gelmez koyu bir kahve hazırlayıp koltuğa kuruldum ve elimdeki listeyi incelemeye başladım. Listedeki 'Zamora'lar arasında ortak olan şey nedir, diye düşünmeye başladım. Aslında bir bakışta anlaşılıyordu: Ekvador'u da İspanyol olarak kabul edersek dört Zamora'dan üçünün ortak noktası İspanya ile ilgili olmalarıydı. Niceto Alcalà-Alcalà Zamora ise bilinmiyordu.

Sabah erkenden kalktım, Kumkapı'da oturan amcamın ziyaretine gidecektim Gençliğinde gemilerde tayfalık yaparken birçok kez İspanya'ya gitmişti. İçindeki İspanyol sevgisi ise hiç sönmemişti.

Amcamı arka bahçedeki çardakta şekerleme yaparken buldum. İki elini koca göbeğinin üzerinde bitiştirmiş, bahardan kalma günün tadını çıkarıyordu. Alt dudağını üst dudağına vurarak çıkardığı 'Poff… puff…' sesleri uyandırılmaktan hiç memnun olmayacağının belirtisiydi. Hafifçe omzuna dokunup "Amca?.." diye seslendim. Hiç tınmadı. Biraz daha sertçe vurarak "Amca, amca bak ben geldim" diyerek sesimi yükselttim. Hafifçe gözleri açtı, 'Bu da kim' der gibi bir bakış fırlattı.
"Amca beni tanımadın mı?" Ters ters baktı.
"Niye tanımayacakmışım, Nuri değil misin sen?" Nuri küçük kardeşimdi. Aslında birbirimize pek benzemezdik. O benden on santim kadar uzun ve oldukça iri sayılırdı. Üstelik kafasında hâlâ saçları vardı.
"Na-sıl-sın?" Kulakları iyi işitmediği için vurgulayarak ve yüksek sesle sormuştum bu soruyu.
"Oğlum, ne bağırıyorsun sağır mıyım ben? Hayrola pek uğramazdın sen, yine para mı isteyeceksin?"
Demek Nuri parasız kaldığında amcama geliyordu. Oysa bana zırnık bile koklatmazdı pinti herif.
"Yok amca paraya ihtiyacım yok, sağ ol. Ben sana bir konuda danışmaya geldim. Küçükken babam anlatırdı. Gençliğinde sen İspanya'ya gitmişsin, gemilerde tayfalık yaparken. Hatta bir ara yerleşmeye karar vermişsin" Pek mutlu olmuş, yüzünü sevecen bir ifâde kaplamıştı.
" Ya, ya…"
"Sonra sen o kültürü de yakından tanımışsındır, değil mi amca ? Zil, şal, boğa güreşleri falan."
"Tabii, tabii.."
"Şimdi amca, benim merak ettiğim bir şey var, belki sen bilirsin diye sana geldim. Sen Zamora'yı da tanır mıydın ha?" Birden yüzü ciddileşti Gözlerini kısarak biraz düşündü.
"Zenobia!" dedi, "o çok önemli bir kraliçeydi, Palmira kraliçesi…" Birden sinirlendim.
"Bir dakika amca, bir dakika… Zenobia değil Zamora. Za-mo-ra. Hani vardı ya 'Kalede Zamora!' Çocuklar top oynarken… Kalede…" Ters ters baktı.
"Sen kaleciyi mi soruyorsun?" Evet, evet hatırlamıştı işte.
"Şarkın Zamorası Osman. Hatırlamaz olur muyum, Beşiktaş'ın kalecisiydi o. Ama erken bıraktı. Müthiş bir çocuktu, sonra Hakkı vardı, Şeref falan vardı, Voleci Şeref. Vay be ne kadroydu o."

Demek Zamora şarkın Zamora'sıydı ve gerçek adı da Osman'dı. Öyleyse garbın da bir Zamorası vardı. Peki hangisi gerçek Zamora'ydı? Beşiktaş'lı Zamora İspanya'ya mı transfer olmuştu? Yoksa İspanyol Zamora Türkiye'ye gelmiş adını ve dinini değiştirip Müslüman mı olmuştu ? Fakat Ernesto Che Zamora da İspanyol sayılırdı. Latin Amerikalılar İspanyol kökenli değil miydi? Üstelik devrimciler her zaman sanatla ilgilenmiş insanlardı. Zamora dağlarda çarpışırken bir yandan da oyun yazıyor olabilirdi. Peki Beşiktaş'ta ne zaman oynamıştı, Küba Devrimi'nden önce mi sonra mı? Belki de sol haf oynayan Kasatura Fadıl da Fidel Kastro'ydu. Hangisi Zamora'ydı? Hepsi mi yoksa hiçbiri mi ? Hiçbiri değilse Zamora neredeydi? Aslında Zamora kaledeydi, yani 'Kalede Zamora!'ydı. Tüm bu karmaşanın içinden gerçeğe ulaşmamı sağlayacak temel bir veri çıkmıştı: O da Zamora'nın kaleci olduğuydu… Amcamı anılarıyla başbaşa bırakıp bu işi gerçek erbâbından öğrenmek için en yakın telefon kulübesine yöneldim. Zamora'nın kim olduğunu bilebilecek en yetkili kişinin bir spor yazarı olacağı aslında en baştan düşünmem gereken olasılıktı.

Şansım yaver gidiyordu. Akşam beşte Orhan Humbaracı ile bir görüşme ayarlamıştım. Önemli spor yazarlarındandı. Futbol tarihi konusunda engin bilgisi vardı. Görüşmeyi ayarlayan Davut üniversiteden arkadaşımdı, aynı zamanda gazetede muhabirlik yapıyordu. Çok heyecanlanmıştım, olayın çözümüne yaklaştığımı hissediyordum.

Akşam beşe kadar epeyce zamanım vardı, birkaç kitapçı dolaşarak oyalanabilirdim. Sabah kahvaltı yapmadan çıktığım için önce karnımı doyurmaya karar verdim. Sultanahmet'e çıktım. Pastaneden iki poğaça alıp Ayasofya'nın önündeki çay bahçelerinden birine oturdum. Hava oldukça güzeldi, 'mutlu son'a yakışan bir güzellik. Poğaçalarımı yedikten sonra aldığım günlük gazeteleri okumaya başladım. Bütün gazetelerde devlet ve gizli teşkîlâtlar arasındaki ilişkilerden söz ediliyordu. O kadar çok isim vardı ki kimin kim olduğunu çıkarmak neredeyse olanaksızdı. En az Zamora'nın kim olduğu kadar karmaşık bir konuydu. Acaba… Acaba Zamora da ?.. Hayır canım bu kadar da olamazdı. Hemen zihnimden sildim bu düşünceyi.

Saat ikiye gelmişti. Üç saatlik bir zamanım vardı. Çay paralarını ödeyip kalktım. En yakın kitapçı birkaç sokak ötedeydi, biraz zaman geçirir belki de birkaç kitap alabilirdim.

Önce ağır ağır dergileri inceledim. Sonra yeni çıkan ve çok satanlara baktım, dünya edebiyatı, felsefe falan derken sözlüklerin önüne geldiğimde neredeyse saat üç olmuştu. Tam çıkmaya karar vermişken birden gözüme bir 'argo sözlüğü' ilişti. Gayriihtiyari alıp incelemeye başladım. Sözlüğü incelerken birden Zamora'nın abisi geldi aklıma. Adam, 'Vay mına koduğumun sapığı, Zamora ha!' derken ne kastetmişti? Zamora argoda kötü bir anlama geliyor olabilir miydi ? Sayfaları hızla çevirip 'Z' maddesine geldim: 'Zaalaşmak' , 'Zagon' , 'Zamalifk' , 'Zamazingo' , 'Zampinos' , 'Zampik' , 'Zamzum etmek' , 'Zanımak' ve 'Zaparta' …Tekrar başa döndüm, tek tek bütün sözcüklere bir kez daha dikkatlice baktım, yoktu.

Bulamamış olmama sevinmiştim. Sonuçta 'Kalede Zamora!'da romantik bir şeyler vardı. Bir çığlık, bir zafer, bir umut, bir kaybetmişlik… 'Zamkinos' ya da 'Zampik'le eşdeğer bir anlamı olması benim için yıkım olabilirdi. Üstelik böyle bir badireyi atlatsam da her şeye yeni baştan başlamak gibi bir kâbus söz konusuydu. Hayır, Zamora kaledeydi ve bu saat beşte resmen onaylanacaktı.

Beşe çeyrek kala Davut'un yanındaydım. Sıcak bir karşılaşmadan sonra durumu özetleyerek anlattım. O da meraklanmıştı. Fakat Orhan Humbaracı'nın soruna çözüm getireceğinden emindi. Vakit kaybetmeden Orhan Bey'in odasına çıktık. Elli yaşlarında ama oldukça dinç görünüşlü biriydi. Özür dileyerek on beş dakika sonra bir toplantısı olduğunu, mümkünse hemen konuya girmemizi istedi. Ben de gereksiz ayrıntılara girmeden konuyu özetleyiverdim. Ciddi bir ifadeyle beni dinledi. “Bu konuda bana yardım edebilecek tek kişinin siz olduğunu düşünüyorum.” diyerek sözümü bitirdim.
Odayı sessizlik kaplamıştı. Orhan Bey sağ eliyle çenesini sıvazlayıp, kendi kendine düşünür gibi :
“Hımm Zamora ?” dedi. Davut'la birbirimize baktık. Heyecandan sağ dizim titremeye başlamıştı. Orhan Bey arkasındaki büyük pencereye dönüp ufka doğru bakmaya başladı. Baktı, baktı, baktı… Tekrar "Zamora…" diye mırıldandıktan sonra bize döndü:
“Evet, hiç kuşkum yok. Bu Zogolla, Brezilyalı kaleci Zogolla….” Birden tepem attı, sakin olmaya çalışan bir sesle :
“Hayır, benim sorduğum Zamora; Zagallo değil.”
“Hayır Zogolla. Şundan dolayı Zogolla: Tarihsel süreçte isimler farklı kültürlerde deforme olur. Mesela Voşingtın demeyiz, Vaşington deriz ya da Pağği demeyiz Paris deriz. Bakın, Zogolla 1954’ün şampiyonu Brezilya’nın efsanevi kalecisiydi. O zamanlar bizler de sizin gibi dönemin efsane futbolcularıyla kendimizi özdeşleştirirdik. Kimimiz Pele, kimimiz Garrincha kimimiz de Zogolla olurdu. Zaman içinde Zogolla Zamora’ya dönüşmüştür. Bu yüzden Zamora değil, Zogolla.” Sağ ayağımdaki titreme sol ayağıma da sirayet etmişti. Daha fazla dayanamadım:

"Bakın efendim, birincisi sözünü ettiğiniz kişinin adı Zogolla değil, Zagallo'dur. İkincisi Brezilya '54'te şampiyon olmadı, '58, '62, '70 ve '94'te şampiyon oldu. Üçüncüsü Zagallo '54 Dünya Kupası'nda oynamadı ve kaleci değil forvetti." Orhan Humbaracı'nın gözlerinden ateşler çıkıyordu.
"Bu ne terbiyesizlik, yaşına bakmadan bir de ukalâlık mı yapıyorsun ? Sen daha kısa pantolonla dolaşırken ben bu işi yapıyordum, bir de utanmadan…" "Ben hiçbir zaman kısa pantolon giymedim !" Davut araya girip muhtemel bir kavgayı önlemek için beni koridora doğru sürüklüyordu.
"Zogolla'ymış, hah hah pabuçlarımın gazetecisi."

Davut'la kantine inip bir kahve içtikten sonra ancak sakinleşebilmiştim. Davut'un işyerindeki konumunu zorlaştırdığımı düşünüp yaptığım çıkışın çok düşüncesizce olduğuna karar verdim, en az on kere özür diledim. Dert etmememi söyledi, farklı servislerde çalıştıkları için sorun olmayacağı konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Tekrar tekrar özür dileyip yanından ayrıldım.

Otobüs durağına kadar nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Kendimi yenilmiş hissediyordum. Bir süre durağın arkasındaki boş arsada top oynayan çocukları izledim. Kedersiz, tasasız top peşinde koşturuyorlardı. Kim bilir sabahtan beri kaçıncı maçlarını yapıyorlardı. Derken karşı taraftaki takımın kalecisi kalede durmaktan sıkıldığından rakip oyuncuları tek tek çalımlayıp benim bulunduğum yerdeki kaleye şutunu attı. Kalecinin üstünden geçen top caddeye doğru yöneldi. Sola doğru sıçrayarak havada iki elimle topu tuttum ve yere düşerken naramı attım “Kalede Zamora !”

25.01.1999