15 Eylül 2011 Perşembe

S-SEV BENİ
































































































'Paradise', Stijn Gisquiere, 2003

13 Eylül 2011 Salı

V-VÜCUT YOK


Binanın duvarına, uyum ya da uyumsuzluk derdi olmadan sadece çarpıcı olma gailesiyle asılmış onlarca, hayır yüzlerce, rengârenk, hayır renkli, renk renk giysi. Binanın duvarına… Tam önünden geçerken rüzgâr bir gömleğin kolunu havalandırıyor. Gömlek kolu dur diyor, dikkat et şuradan tramvay çıkabilir. Kırtasiyeye uğrayacaktın, uğradın mı?

Gömleğin iki giysi üstünde kırmızı bir mini etek. Gösterecek güzel bacakları olmadığından mıdır, rüzgâra direnir gibi duvara yapışmış. Gömleğin kolları mini eteğin hüznünü anlıyor. Bir bacak, iki bacak ne işe yarar? En köşede turuncu-mavili bir tişört. Turuncusu lazer parlaklığında, mavisiyse daha yumuşak. Çocuk tişörtü mü bu? Yok, sadece kısa kesim, kadın tişörtü. Göbeği açıkta bırakanlardan. Göbek yok. Bir göbek yok. Göbek bağı derinden kesilmiş, küçük tepeciği olan bir göbek yok. Bütün tezgâhtarlar gece geç çıktıklarında dükkândan, vitrin mankenlerini soymayı düşünür herhalde. Bunu düşünüyor göbeği açıkta bırakan kısa kesim kadın tişörtü.

Biraz aşağıda gri bir boğazlı kazak. Bir boyun yok. Sarabileceği bir boyun yok. Bütün bilgisayar tamircileri rüyalarında defalarca Windows mu yükler, diye düşünüyor gri boğazlı kazak.

Çorapların ayakları yok. Sutyenlerin memeleri yok. Külotların da kalçaları… Yok. Kasaplar çayırlarda otlayan ineklerin kaç kilo çekeceğini mi hesap eder, diye düşünüyor çoraplar, sutyenler, külotlar.

Pantolonlar, bluzlar, hırkalar, yine tişörtler ne kadar çok tişörtler, kimisi ciddi kimisi gerçekten de laubali başka gömlekler, yalnızca sonbahara girerken giyilmesi icap eden montlar, şortlar, kapriler, bermudalar, tunikler, mayolar, bornozlar, slipler, boxer’lar, dantelli gecelikler. Eller, kollar, parmaklar, bacaklar, bacakların baldırları, ayaklar, dizler, yaralanmış dizler, kararmış dizler, düzgün ayak parmakları, başparmağı biraz yamuk diğerleri ince uzun ayak parmakları, başparmağın yanındaki daha uzun ayak parmakları, topuklar, düz gelen topuklar, çıkıntı yapmış topuklar, sırtlar, omuzlar, düşük omuzlar, geniş omuzlar, güvenli omuzlar, güven veren omuzlar, güven arayanlar için omuzlar, beller, ince beller, kavisli, kavissiz beller. Yok.

Bir masal devi olamayacak kadar sevimsiz, küt ve iri binanın üzerindeki giysiler rüzgâr üfürdükçe bir sağa bir sola kaçamak bakışlar atıyorlar. Soldaki sokaktan girip kırtasiyeye doğru ilerliyorum. Adres değişikliğinden dükkân kapalı. Hadi gel!

12 Eylül 2011 Pazartesi

K-KİMSE BİRBİRİNE İNANMIYOR



“Bir dakikanızı alacağım, engelliler için bir dergimiz…”

Bankta oturuyordum. Elimde iki kitap, bir sigara... Kitaplardan biri ‘Seni İçime Gömdüm’, diğeri yeniçerilerle ilgili. Sigara ise tütün ve sabahları sisle uyanmayla…
“Tabii de şey…” dedim.
“Yalnızca bir dakika.” dedi, benimle bir dakika.
“Yalnız, şu an param yok yanımda”. Başka yerde olduğu anlamı çıkıyorsa da yanımda ve başka bir yerde param yoktu. Buna inanmadı. Bir şey demedi ama inanmadığı çok belli, hiçbir şey anlatmadan –engelliler, dergimiz, siz… gidiverdi. Beni orada öyle bırakıverdi. Üzüldüm dersem yalan olur. Param olsaydı verirdim dersem, o da yalan olur. Belki de verirdim, onu da bilmiyorum. Bir keresinde takribi üç saat içinde bir icmihal (mızraksız), bir adet gül ve su almıştım bir meczup, bir Çingene kızı ve bir çocuktan. Bir daha alacağımı sanmıyorum ama almıştım.
E, n’olmuş yani ben de ruhsal engelliyim diyecek kadar şımarık değilim. Sol omzum arada bir ağrıyıp karıncalansa da sağlam sayılırım. İki kere ikinin her koşulda dört etmeyeceğini bilecek kadar da zekâ sahibiyim. Ama bana inanmadı. İnanmadı çünkü elimde iki kitap vardı. Paran yoksa kitabı nasıl aldın? Biri vermiştir falan, bunu geçebiliriz. Bankta oturmuş kitap okuyacak kadar zamanın, başka dertlerin olmayacak kadar lüksün varsa, vardır, rahatsındır. Ve de bankta oturmuş kitap okuyan insanların parası olur.
Vallahi billahi yoktu.
Sigaranın ise bu bahisle ilgisi yok.

Yan bankta oturan adam yerinden kalkmadan bana dönüp “Bunları fena harcadılar” dedi, parasız olduğumun inandırıcı olmadığının kanıtlarından yeniçerilerle ilgili diğer kitabı kastederek, “yaprak gibi sallandırdılar ağaçlarda”. Vakvak, yaprak… Tam uyak.
“Öyleymiş” dedim.

“Ben de Boşnakım, ordan biliyorum. Sağ kalanlar da aylarca saklanmak zorunda kaldı. Biz Kırklareli’ne kaçtık. Yıldız dağları vardır, en yukarıları orman, aylarca ormanda yaşadık. Geceleri bazılarımız köye iner yiyecek falan getirirdi. Günlerce ot bok yedikten sonra pastırmalar, peynirler falan hayvan gibi karnımızı doyururduk. İşte o zaman canımız bir tütün çekerdi ki, aç kaldığımız günleri arardık. Bir sigaran var mı?”

“Sigaranın bu bahisle bir ilgisi yok” diyemedim ama “yok” dedim. Tabii ki vardı ama yok dedim. Yeniçeri olduğuna inanmamıştım. Bir kere analiz yapmamıştı. Padişahın kendi ordusunu yok etmesinin uluslararası konjonktürde pek mânâlı olmadığını, tarım ve ticaret yoluyla yeniçerilerin burjuvazinin Müslüman kanadını oluşturmaya başladığını falan söylememişti. “Yok” dedim, “kalmadı”.

Sonra da servis geldi zaten.

7 Eylül 2011 Çarşamba

U-UYUMADAN ÖNCE




















'Cinq Mille Kilomètres par Seconde', Manuele Fior, 2010

A-AKŞAM VE LAMBA


O üzüntü birdenbire gelir. Hava yağmurludur. Bir sonu gelmeyecek başlangıç. Böyle sürüp gidicik gibidir her şey. Öyle ki çocuklar bile çirkindir. Sokağın çamuru, bu her tarafı kaplayan; gökyüzünden ağaca, ağaçtan duvara, duvardan denize, denizden vapura, vapurdan çımacıya, çımacıdan kaptana, ondan tekrar denize, yine karaya, yine ağaca ve duvara, duvardan yoldan geçene vuran bir rengin en koyusudur. Ah! Gündüz, bu pis ışık bir bitse de kararıverse ortalık, ışıklar bir yansa…
İşte yalnız iki umut vardır: Akşam ve lamba…


‘Şehrin Sabahları ve Adamlardan Biri’ - ‘Havuz Başı’, Sait Faik, 1951

B-BİR DE BÖYLESİ


(...)

Kırlangıç yuvasındaki kadın sabahları gözükürdü. Islak saman rengi saçları vardı. Tarar, durmadan, yorulmadan, saatlerce tarardı. Kırlangıç yuvasına kadın sığar mı? demeyin. İnsan aklına sığan şeyleri bir yol hayal buyurun. Kırlangıç yuvasına bir kadın sokmuşuz, saçlarını, ıslak saman rengi saçlarını tarar dururmuş. Ne zararı var size? Varsın, bir de böylesi bulunsun, hiç değilse Abasıyanık'ın yazısında. Bıktım doğrusu artık, oturup insanoğlunun çektiğini, çekmediğini anlatmaktan. Bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim. Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne fotoğrafta göremedim de sarı saçları var dedim. Gözleri yarada yan bakardı, dedim. Akşamları iki kadeh içerdi, dedim. Şuna güler, şuna üzülürdü, dedim. Ona çok haksızlık ettiler, dedim. Zengine sövdüm. Fakirine enayi gibi acıdım. Nerdeyse dünyaya nizamat vermeye kalkacaktım.

‘Kırlangıç Yuvasındaki Kadın’ – ‘Son Kuşlar’, Sait Faik, 1952


Resim: Adriano Da Vincentis