6 Eylül 2009 Pazar

D-DERS



“Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.” Romalı Vali Pilatus’un karşısındaki İsa’nın sözünü ettiği “gerçek” Tanrı’dır (Hakk); yani aslında “hakikat”tir. Romalı valinin yanıtı “Gerçek nedir ki” dir. Muhtemeldir ki soru olarak değil de “Gerçek, senin aldatıldığın, terk edildiğindir. Bir haydutun (Barrabas) hayatının seninkine tercih edilmesidir gerçek. Senin gökyüzündeki krallığın, senin ‘hakikat’in değil budur gerçek” diyen bir açıklamadır.

...

“Körler onları görmese de yıldızlar vardır” dedi. (Nâzım Hikmet, “Rubailer”den)

...

Yani “gerçek” bizimle bağlı değildir. Biz “gerçekliğin” bir parçasıyız. “En önemli” ya da “eşit” parçalarından biriyiz. Herkesin meşrebine göre yorumlayacağı bir önemde.

Öncelikle gerçeği duyusal olarak kavrarız. Uzaktan bize doğru yürüdüğünde sevgilimizi “görürüz”, ona sarıldığımızda birbirimize “dokunuruz”, sıcak bir yaz günü olsa dahi onu “koklarız” (ne yazık ki pek çok durumda aldığımız “koku”, onun “biricikliğini” sıradanlaştıran bir parfüm kokusudur.), “Seni çok özledim” dediğinde sesini “duyarız” ve dudaklarından öptüğümüzde onun “tadı”nı biliriz. Sevgili “gerçek”tir. Ama ne sevgili ne de aşk yalnızca duyularımızla kavradığımız bir şey değildir. Psikologların, filozofların, fizyologların hatta kimyagerlerin sunduğu veriler hiç de yabana atılmayacak gibi olsa da bizi tamamen ikna etmez. Hep eksik bir açıklama olduğunu düşünürüz. Bu, bir yanıyla, binlerce yıldır insanlar birbirlerine âşık olduğu ve bizim aşkımızın da pekâlâ onlardan bir parça taşıdığı halde kendi aşkımızın “biricik” ve “indirgenemez” olduğunu düşünmemizle (ki her bir insan deneyiminin biricikliğini kabul edersek bu doğrudur) ilgilidir. Ama bir yanıyla da “sevgili”nin ve “aşk”ın gerçekliğine nüfuz etmenin sınırlılığıyla ilgilidir. “Dil” bize bu “sınırlılığı” en acımasızca gösteren şeydir.
“Seni seviyorum” ne anlatır? “Saçlarındaki buklelerle oynayışını ‘görmeyi’, elimle çeneni tuttuğumdaki ‘dokunmayı’ (parfümsüz olduğunu varsaydığım) vücudunun ‘koku’sunu, ‘Bekledin mi?’ diye soran ‘ses’ini, dudaklarındaki tuzun ‘tadı’nı seviyorum.” demek midir bu.
Evet, budur ama aynı zamanda daha fazlasıdır:
“Küçücük çocukların üzerine bombalar atılıyor, ‘Ben seni seviyorum’”
“Bugün bir de Türkçe dersi var,‘Ben seni seviyorum’”
“Küçükken çok istediğim bir oyuncak vardı ama almadılar,‘Ben seni seviyorum’”
“Okul bitince iş bulabilecek miyim,‘Ben seni seviyorum’”
“Keşke çalışmak zorunda olmasak, ‘Ben seni seviyorum’”

...

Yani tüm kişisel tarihimize mündemiçtir/içkindir “Seni seviyorum.”
Ya da anadili Türkçe olup ortak bir tarihe sahiplenenler için, Orta Asya’da başlayan bir tarihe içkindir “Seni seviyorum.”
Oysa bir “ses”, bir “yazı” olarak “Seni seviyorum”un tüm bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Çizgi romanlardaki “bang”, “k-pow”, “crash”; “küt” , “pat”; günlük dilde kullandığımız “patırtı”, “tıkırtı”, “çıtırtı” gibi “seslerden” türetilmiş sözcükler istisna dil tamamen bir uzlaşma üzerine kuruludur. SEVGİLİ-SEVMEK-“SENİ SEVİYORUM” arasında neredeyse “gerçeklikle” bağlı hiçbir şey yoktur. Pekâla “Seni seviyorum” yerine “Zeytinyağlı dolma” da diyebilirdik ve “sevgili de bunu duymaktan çok mutlu olabilirdi. “Gerçek” bir masa ile masa “sesi” ya da yazılı sözcüğü arasında dolayımsız bir ilişki yoksa “sevgili”yle sevgili, “sen”le sen, “sevmek”le sevmek arasında bir ilişki yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder