16 Temmuz 2010 Cuma

E-ESMERALDA-6 (behçet)

KUANTUM HİKÂYE

Büyük bir ressam olabilirdi, bu işten anlayanların yalancısıyım. Farklı bir tarzı vardı. Gene başkalarından duyduğuma göre, önemli bir sanat dergisinde ismi genç yetenekler arasında sayılmış; yapıtlarının modernle post modern arasında kendine özgü bir yerde durduğundan söz edilmiş. Mektepli değildi, tanıştığımız gün ayaküstü sohbet ederken resme bir arkadaşının atölyesine gidip gelirken heves edip başladığını anlatmıştı. Tavrı, sözü hoşuma gitmişti; ressam olarak tanıtılmaktansa hevesli olarak tanıtılmayı yeğleyeceğini düşünmüştüm. Okulda sıkça karşılaşırdık  işletme iktisat gibi bir şeyler okuyordu ama epey bir zaman geçtikten sonra oturup uzun boylu konuşabildik. Eski Köprü’nün altında Haliç’e bakan birahanelerin en salaşında kalabalık bir grup olarak saatlerce sohbet etmiştik. Kocaman gözleri olan bir kız bunu unutmamışım nedense resme nasıl başladığı sorduğunda, başka bir hikâye anlatmıştı. Bir sabah gitmiş tuval, fırça, boya alıp başlamış. Resimleri çizgi romanları andırırdı  çizgileri de biraz, ama asıl olarak kurgusu. Dört beş tuvali yan yana koyduğunuzda adamakıllı bir hikâye çıkardı ortaya. Yakın arkadaş değildik, ama ortak arkadaşlarımız çoktu. Resimlerinin büyük bölümünü bir arkadaşımla birlikte atölyesine gittiğimizde görmüştüm. Atölyesi dediğim yer bir radyo tamirhanesinin arka bölmesiydi. Mahalleden arkadaşıymış radyo ustası, dükkânın arkasındaki izbeliği ona vermiş. Tuvaller, radyo ölüleriyle ıskartaya çıkmış televizyon ekranları arasında duruyordu. Bugün olsa o cihazların tamamını kullanacağından eminim, ama o zamanlar resim dendiğinde tuval ve boya, heykel dendiğinde taş anlaşılırdı. Biz öyle anlardık, demeliyim belki de.
Tuvallerde gördüklerimden etkilenmiştim doğrusu. Çizgi romanlarla büyümüştük; dergi takip etmek, kitap biriktirmek gibi alışkanlıkları onlar sayesinde edinmiştim. Şunu da itiraf etmeliyim; bizim kuşak dövüşmeyi de, sevişmeyi de çizgi romanlardan öğrenmişti. Atölyenin farklı köşelerinden çıkarıp yan yana dizdiği resimler bitmesin istemiştim. Yaz günlerinin öğle uykularını anımsamıştım özlemle. Ne bir önceki cildini okuduğum ne de bir sonraki sayısını bir gün edinebileceğimi umduğum çizgi roman cildini kim bilir kaçıncı kez okurken içim geçer, tatlı bir uykuya dalardım. Resimlere bakarken çocukluğum, yazları gittiğimiz anneannemin evi, o evin kireç boyalı duvarları gelmişti aklıma. Şimdi de resimlerinden pek bir şey anımsamıyorum, ama o kireç beyazı üzerinde kırıtarak ilerleyen kırkayak görüntüsü hâlâ gözlerimin önünde.
Uzun uzadıya tuvallere baktığımı görünce fikrimi sormuştu, sırf bir şeyler söylemiş olmak için, “Hikâyenin bütününü bilmememiz gerekmez mi,” demiştim, “o kadar ayrıntılı çizmişsin ki bize bir şey bırakmamışsın.” Yirmili yaşlarımızdaydık, her şeyi bildiğimizi sanıyorduk, her şey hakkında konuşurduk, hele tanıdığımız birinin işleri hakkında, o zaman her şey daha serbestti. Sonsuz özgürlük çağı. İnsanların yüzüne karşı sevgililerinin namussuz ya da salak olduğunu söyleyebildiğimiz yaşlarda, resimlerden, hikâyelerden mi çekinecektik!
“Bunların her birini başkasına satacağım,” demişti, “büyük hikâyeyi kimse bilemeyecek.”
Hikâyenin bütün parçaları satın almak isteyecek olanlara nasıl engel olacağını sorduğumdaysa, “Her birini başka bir sergiye koyacağım,” diye yanıtlamıştı. Her soruya yanıtı hazırdı. Dedim ya, tam o yaşlardaydık. Büyük hayaller, daha büyük planlar, onar yirmişer yıllık projeler çağı. Onun resimleriyle hikâyenin tamamını anlatmasına karşı çıkmıştım, ama ben de aynı ailenin yüz yılını anlatacağım bir ırmak roman yazmaya hazırlanıyordum o sıralarda. Sürekli, her yerde notlar alıyor, akşamları eve dönünce ceplerimden çıkan kâğıt parçalarına düşülmüş kargacık burgacık notları inci gibi bir yazıyla farklı farklı defterlere geçiriyordum. Zamanı gelince o defterlerdeki notları daktiloya çekecektim. O yıllarda tuttuğum notları yayınlasaydım, rahatlıkla incesinden bir kitap çıkardı ortaya. Sonraları hevesim kaçtı ırmak roman konusunda. Belki de o gün ona söylediklerim, hikâyenin bütününü anlatmak ya da anlatmamak meselesi kafamı umduğumdan da çok meşgul etmişti.
O da büyük bir ressam olmadı bu arada. Büyüğünü geçtim, ressam olmadı, bıraktı resmi. Birkaç yıl sonra bir kış sabahı, sinemada, on dakika arada karşılaştık. İlk matine indirimli olduğu için fırsat buldukça o saatte giderdim sinemaya. Ona da, “Vay ucuzcu” diye takıldığımda, sağ elinin işaret parmağını yanlış yapan öğrencisini uyaran öğretmen edasıyla yüzüme doğru uzatıp iki yana hızlı hızlı salladı. Filmi bir gün önce izlemiş, ama gece bir ayrıntı takılmış aklına, uyuyamamış, sabah ilk matinede yeniden izlemeye gelmiş. Aklına takılan ayrıntının ne olduğunu sorduğumda, açı, ışık ve benim anlamadığım, bir filmi izlerken üzerinde pek durmadığım bir dolu şey hakkında konuştu. Filmin ikinci yarısının başlamak üzere olduğunu duyuran gong çalınca filmin devamını izlememeyi önerdi. Acıkmıştı.
“Tabii,” dedim, “sen yeniden izlemek istediğin sahneyi izledin, çıkarsın ortasında filmin.”
İkinci yarıdaymış o sahne, ama bana anlatırken gece anımsayamadığı ayrıntıyı anımsamış. İzlemesi gerekmiyormuş.
Ayak diredim çıkmamak için. Israr etti. Çıktık. Hiçbir zaman çok yakın olmadığımız, ama nasıl biri olduğunu merak ettiğim bu arkadaşın anlatacağı şeylerin, ilk yarısını biraz da esneyerek seyrettiğim filmden daha eğlenceli olacağını düşünmüş olmalıyım. Sinemanın az ilerisindeki sokakta bir arkadaşının işlettiği ev yemekleri satılan bir yer olduğunu söyleyince oraya gittik. Ben çorba ve salata istedim, o ise sadece çay içti.
“Hani acıkmıştın,” dediğimde, iştahının kaçtığını söyledi. Çayın çok lezzetli olduğunu ekledi sonra. Ben çorba içerken art arda birkaç bardak çay içti. Başkalarında şarap ya da konyak içerlerken gördüğüm jestlerle çayını yudumladığını, arada bardağı burnuna yaklaştırıp uzun uzun koklayıp çayı yutmadan ağzının içinde gezdirdiğini anımsıyorum. Neyse ki bütün bunları yaparken ağzını şapırdatmamayı başarıyordu, aksi halde benim de iştahım kaçabilirdi.
Çay yudumlarının arasında sinemayla ilgilendiğini söylediğinde hiç şaşırmadım, hatta imrendim. Sabahın köründe bir filme yeniden gitmek azim işiydi. Resmi bırakmıştı, ama azmini yitirmemişti. Arkadaşlarımızın çoğunun azimsizlikleri nedeniyle kendilerini eleştirmekten bitap düştüğü yaşlara gelmiştik. O ise sadece azmini değil, heyecanını da koruyordu. Başladığı cümleyi yarım bırakıp heyecanla başka bir şey anlatmaya başlıyordu. Henüz yarım kalan cümlesini anlamadığım için allak bullak oluyor, sözlerini takip edemiyordum, ama bana bunları anlatıyor olması hoşuma gidiyordu. Ancak aynı büyük ailenin içerisinde olanların paylaşacağı şeylere benziyordu anlattıkları. Böyle bir ailenin yoksunluğunu duyuyordum sanırım. Yarım kalan cümlelerini zihnimde bir araya getirmeye kalktığımda, çok ayrıntılı bir senaryo üzerinde çalıştığından, ortaya çıkacak şeyin bildiğimiz senaryo ile (bilmiyordum senaryonun nasıl bir şey olduğunu) çekim senaryosu denen şeyi (onun adını ilk kez işitiyordum) aynı metinde birleştireceğinden söz ettiğini anlamıştım.
“Öyle bir senaryo olacak ki,” dedi, “kaç yönetmen çekerse çeksin, her seferinde aşağı yukarı aynı film çıkacak ortaya. Tabii, senaryoya bağlı kalınmasını şart koşacağım.”
“Korkma,” dedim, “aynı senaryoyu aradan uzun zaman geçmeden kimse yeniden çekmeye kalkmaz.”
“Emin olma,” dedi, “böylesine ayrıntılı bir senaryo hepsine çok cazip gelecek. Hem böylesi bir senaryoya harfiyen bağlı kalıp hem de yorum yapamayacaklarını düşünecekler, ama bir yandan da nasıl yapar da yorumlayabilirim deyip heveslenecekler. Oyuncular için de geçerli bu. Müthiş bir meydan okuma imkânı sunacağım onlara. Oyuncuların mimiklerini, hareketlerini de çizeceğim senaryonun içinde.”
Yazacağı senaryonun da çizgiromanvari olacağını düşündüğümü anımsıyorum.
Üslubu çok önemsediğini, ama üslupçu olmadığını söylemişti sohbetimizin devamında. Ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığı önemliymiş günümüz sinemasında. Resimlerinden de söz ederek eskiden hikâyeyi önemsediğini anımsatmaya kalktığımda yanıldığımı söyledi; hiçbir zaman hikâyeyi önemsememiş. Aksine hikâyenin yapısını bozmayı amaç edinmiş her zaman.
“Bir hikâye,” dedi, sözünün tam burasında durup derin bir nefes aldığını, onun nefes alışıyla masanın üzerindeki çay bardağından süzülen dumanın burnuna yöneldiğini çok iyi anımsıyorum, “anlatıldıkça bozulur. Bu yüzden hikâyeyi önemsemek kadar manasız bir şey yoktur.”
“Bir hikâyenin okundukça, bir resmin bakıldıkça, bir filmin izlendikçe değiştiğini, bozulduğunu kabul etsek bile,” dedim, “nesne olarak o resim, o film aynen önümüzde durmayı sürdürmeyecek mi?”
İnsanı tartışmaya çeken bir üslubu vardı, kayıtsız kalamıyordum karşısında; inansam da, inanmasam da söylediklerine karşı çıkmak zorunda hissediyordum kendimi. Meydan okumuyor, ama meydan okuma cesareti yayıyordu. Söylediklerinin arasındaki çelişkiler o kadar açıktı ki, ister istemez o açıklıktan geçmek istiyordum. Gereğinden fazla açık olduğunu fark ettiğimdeyse geç kalmış oluyordum. Ne yana gideceğimi bilemediğim geniş bir alanda kalakalıyordum.
“Bu dediğin bile doğru değil,” dedi, “kuantum mekaniğine göre, o resim her bakışın altında parçacık düzeyinde değişiyor; ama bunu da bir kenara bırakalım, algı değişiyor, herkeste, her an. Aynı hikâye iki kez okunmaz!”
Bunun üzerine o çok ayrıntılı senaryonun değişmezliğini nasıl açıklayacağımızı sordum. Önümde gene apaçık bir alan uzanıyordu  koştur koşturabildiğine. Dudaklarını büzüp gözlerimin içine bakıp, “Sanat bu işte,” dedi. Onun bir bakışı vardır, tam o anda öyle mi bakmıştı, bilemiyorum şimdi, ama o bakış çakıldı kaldı zihnimde. O bakışın ardındaki ruh benim için üzülüyordu, ama kendisi için de üzülüyordu. Ben anlayamayacaktım, o anlatamayacaktı. Anlayamayacak olmam benim kabahatim, kusurum değildi; beni aşağılamıyor ya da ayıplamıyordu, aksine beni tutup kendine çekiyor, saçlarımı okşuyor, anlama çabamı takdir ediyordu, ama bir yandan da, “İkimiz de biliyoruz, anlayamayacaksın, bunu önemsemeyelim,” diyordu. Daha sonraları anlayamadığım bir şeylerle karşılaştığımda onun o bakışını aradım karşımdakilerde  özellikle kadınlarda. Kadınların dallanıp budaklandırarak anlattıkları şeyleri anlamaya uğraşıp beceremediğim zamanlarda o bakış geldi aklıma, onlara sarılmak istedim, şehevi değil, sevecenlikle. Kadınların da şimdi anımsayınca kurbanlık koyunların bakışlarına benziyor olabileceği vehmine kapıldığım bakışlarımdan, onların anlatmaya çalıştığı şeyi ne yaparlarsa yapsınlar anlayamayacağımı sezmelerini bekledim.
Yemekevinden çıktıktan sonra ayrıldık. Araşalım, görüşelim deyip telefonlarımızı verdik birbirimize, ama aramadık. Benim aklıma geldiği oldu, cesaret edemedim. Onu arayamadım, ama kuantum mekaniğini merak edip araştırdım, ne var ki kafam çok almadı okuduklarımı. Benim okuma çabalarımın kuantum mekaniğine ilişkin tezleri, tespitleri, hatta kuantum mekaniğinin kendisini değiştirebileceği ihtimalinden ürküp vazgeçtim. Kuantum mekaniği de, ben de anlayamayacağımı biliyorduk. Şunu anladım yalnız, ruhsuz bir mekaniği vardı kuantumun; saçlarımı okşamadı.
Birkaç yıl ne görüştük, ne haber aldım ondan. Bu arada ırmak roman projesinin ardından birbirini takip eden hikâyelerden oluşan roman projemi de rafa kaldırdım. Hikâyeler üzerine çalışmaya başladığımda, arkadaşımın hikâyelerin öyle ya da böyle bozulacağı tezi geliyordu aklıma. Bir şey yazdığımda herkes bundan kafasına göre bir şey anlayacaksa, daha güzel cümleler bulmaya çalışmanın, aklımdan geçenleri en uygun biçimde ifade edebilmek için kendimi yormamın ne anlamı vardı? Bunları düşündükçe yazmak konusunda ortaokul yıllarından beri duyduğum istek azaldıkça azalıyordu. Arkadaşımın bulduğu yol zekiceydi; değiştirilemez bir metin kaleme almaya çabalıyordu, üstelik bunu her durumda değişmesi kaçınılmaz bir alanda, senaryoda yapıyordu. Yazının açıklarını resimle kapatacaktı, savaş meydanı ise sinema olacaktı. Benimse ne resme yeteneğim vardı ne de sinemadan anlıyordum, onun gibi yazının açıklarını kapatamayacaktım. Bu gerçekle yüzleşmem kolay olmadı; bir süre yazının açıkları yazıyla kapatılır mı deyip çok ayrıntılı metinler yazmaya çalıştım; bunun sıkıcı olduğu kadar güvenilmez bir yol olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Bu konuyu açtığım kişilerin hiçbirinde arkadaşımdaki cesaret yoktu. Saflık edip hikâyenin aktarılabileceğine inanmayı sürdürdüklerini gördüm hepsinin. En iddialıları bile büsbütün değil “aşağı yukarı” aktarılacağını kabul ediyordu. Bu benim tartışmadaki zaferim, hayattaki hüsranım oluyordu. Yazıya güvenimi daha da yitiriyordum. Yalnız da değildim. Herkes sürekli olarak edebiyata duyulan ilginin azaldığından dert yanıyordu. Demek ki, diyordum, insanlar bunu seziyorlar, edebiyat onları kesmiyor. Haklılığım beni mutlu etmiyordu ne yazık ki. Çok uzun yıllar önce yazar olmaya karar vermiştim, neredeyse kaderimin bu olduğuna inanıyordum. Yıllardır beklediğim o patlamayı henüz gerçekleştiremeden yazı benim için ölüyordu  hadi, ben de iyimserliğimi koruyayım, ölmüyorsa da can çekişiyordu.
Edebiyatın miadının dolduğunu düşünmeye başladım o sıralar. Eşin dostun çocukları arasında kitap okumaya meraklı olanlara rastlamıyordum. (Buna sevinsem mi, üzülsem mi, bilemiyordum.) Biz yüzlerce yıl önce yazılan kitapları büyük bir zevkle okumuştuk, ama belli ki okuduklarımız zamanında o yazarların yazmaya niyet ettikleri şey değildi; onlar ne yazmışlardı bilmiyorduk bile, hepimiz başka bir şey okumuştuk. Belki de dünyanın bu berbat halinin nedeni buydu. Yüzlerce yıldır her şeyi yalan yanlış anlamıştık. Hani kötü televizyon dizilerinde bir iki yanlış anlamayla işler kördüğüm olur ya, insanlık da milyonlarca yanlış anlamanın sonucunda şirazesinden çıkmıştı. Suçlu edebiyat değil demek isterdim, ama diyemiyordum bir türlü. Bütün hikâyelerin yanlış anlaşıldığı bir insanlık kültürü, bütün efsanelerin, menkıbelerin, klasik ve modern bütün edebiyat eserlerinin... Bunları düşününce başım dönüyor, bir tuhaf oluyordum. Bunları düşünmemek, unutmaya çalışmak, başkaları gibi saflığa yatıp görmezden gelmek en doğrusuydu belki de. Hatta edebiyatı, yazı yazmayı hepten unutmak, başka bir şeylerle uğraşmak... Edebiyatı unutunca ne yapacağımı bilemiyordum ki; bir gün yazar olacağıma inanmıştım küçüklüğümden bu yana. Başka bir şey bilmiyordum. Günlerim sıkıntılar, buhranlar içerisinde geçiyordu. Bunaltılarım kimi gün katmerleşiyordu üstelik. Sıkıntıdan uzaklaşmak için kendime dışarıdan baktığımda yıllar önce okuduğum roman kahramanlarından birini görür gibi oluyordum bazen. Yeniden o kitabı okuyup neyi yanlış anladığımı bulmaya çalışıyordum bu kez, ama kitabın ortalarına geldiğimde yaptığımın ne kadar beyhude olduğunu fark edip yıkılıyordum. Nedenle sonuç, dünle bugün birbirine girmişti. On yıl önce bir kitabı okurken yanlış anlamama neden olan şey, belki de benim on yıl sonra yaşayacaklarımdı.
Hangi yanlış anladığım kitaptan esinlendim, bilemiyordum, ama kendime çok kitabi gelen bir yol seçip arkadaşımı aramaya karar verdim. Başıma bu işleri o açmıştı; onunla yüzleşmeliydim. Yıllar sonra onu aradığımda telefon numarasının değişmemiş olması da hikâyelere uygundu. Bu durum hikâyelere güvenimi sağlamıyor, yaşadıklarıma inancımı sarsıyordu.
Sesimi duyduğuna çok sevindiğini söyledi; ben de beklediğimden çok heyecanlanmıştım. Buluşma önerimi severek kabul edince hemen o akşam buluştuk.
El sıkışıp birbirimizin yüzüne dikkatle bakıp birbirimizin ne kadar değiştiğini anlamaya çalıştık bir süre. Gözleri cin gibiydi gene. İlk iş neler yaptığını sordum.
“Hikâye yazıyorum,” dedi, “bütün sanatların kökeninde hikâye anlatmak olduğunu anladım. Hiçbir şey iyi anlatılmış bir hikâye kadar gerçek değil.”
“Nasıl?” dedim, sanırım yanlış anladı sorumu.
“Modern, klasik fark etmiyor, hikâye olsun da,” dedi.
“Hani değişirdi hikâyeler anlatıldıkça,” diye sordum kekeleyerek.
“Ne var bunda,” dedi, “tabii ki değişecek, yoksa hikâye olmaz.”
Evet, doğru bildiniz, gece yarısına dek tartıştık, söylediklerinin arasındaki boşluklardan geçtim, onu kendi sözleriyle alt etmeyi denedim, olmadı. Nasıl oluyordu anlamıyordum, ne dersem diyeyim, şöyle bir saniye bakıp yeni bir şeyler anlatıyor, sözlerimin arasından usulca kayıveriyordu. Buzun üzerindeydik, o patenliydi, bense ayakta duramıyordum kösele pabuçlarımla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder