20 Ekim 2010 Çarşamba
G-GEMİLER UYANMASIN
Rodin’in ne boktan bir adam olduğunu anlamak için Camille Claudel’e bakmak, bir de John Berger’ın “Rodin ve Cinsel Egemenlik” (“O Ana Adanmış”) adlı denemesini okumak yeterli. Michelangelo’nun “Mermere sıkışan melek”ini andıran bir sözü var Rodin’in: “Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor.”
Kendimin fazlasını atınca geriye ne kalır? Daha hakiki bişey?.. Sanatçı da değiliz ki fazlanın fazla olduğunun farkına varalım. Hele bir de “fazilet”le aynı kökten gelmesi tereddüt ettiriyor, vardır bir hikmeti diye. Fazla oluyorsun…
Gemiler uyanmasın camlar buğulanmasın. Çok fazla…
N-NE DİYE?..
Şu âlemi yüce rabbim yarattıysa eğer, kendini Tanrı sanan akıllı bir şizofren şunu sorar: Üstelik bir de son okumasını yapmadan bolca tashihi olan kitap gönderdiğin (gönderdiğim), kalbimi (kalbini) darmadağın eden şu dünyayı, bu kadar mutsuzluğu ortaya çıkarmak uğruna o kutsal hiçliğini (hiçliğimi), mükemmel sessizliğini (sessizliğimi), ulaşılamaz dinginliğini(dinginliğimi) bozmaya ne diye kalkıştın (kalkıştım)?
Resim: 'Âdem'in Yaratılışı-Sistine Şapeli', Michelangelo Buonarroti, 1508-1512
19 Ekim 2010 Salı
Y-YAZAR
“Yazar” olmaya hevesli iki “edebi” karakter… “Edebi”nin tırnak içinde olması kinaye falan değil, vurgu. Şöyle ki: “İlk röportajı”nda ne giyeceğini düşünüyor biri. İşin esprisi de var bir miktar ama hakikati daha fazla. Diğeri de hiç röportaj vermemeyi, Salinger falan gibi… Ürün?.. Yok henüz…
Tamam, insan nedir ki, biraz olan, biraz kurulan, bir miktar hayali bişey. “Olan” kısmını öne çıkarmak, onu didiklemek, ondan yola çıkmak hakikatine yaklaşmaya vesile. Kurulmuş, hayali kısmı da ne olmadığını görerek “olan”a yakınlaşmaya.
Bir roman gerçek bişeydir. Yazının halihazırda devri geçmemiş maddi ortamı kitap formatında basılmış bir roman “gerçek” bişeydir. Onun üzerinden kendinizi kurabilir, hayali bir varlık oluşturabilirsiniz. Ya da olduğunuz, onunla bağlı görünür olur. İlk röportajda ne giyeceğinizi ya da röportaj vermemeyi ürün üzerinden düşünebilirsiniz. Potansiyel ise hiçbir zaman olgu değildir, ihtimaldir ve umut ihtimalle ilgilidir, yani gelecek fikri potansiyelle diri tutulur. Ama olgu değildir. Ve uzun süre potansiyel olarak kalmak acı veren kasvetli bir haldir. Ertelenmiş olan acı verir.
Tırnak içinde “edebi”, bu yazar adaylarının hakiki mânâda birer “roman kahramanı adayı” olduğunu söylemeye çalışıyor. Yaptığıyla değil yapacağını varsaydığıyla kendini oluşturan insan, artık memleket topraklarında da hüküm sürüyor. Onu en iyi onlar anlatabilirmiş gibi. Kinetik enerjiye ihtiyaç var sadece.
18 Ekim 2010 Pazartesi
B-BATAKLIK
Gecenin karanlığında yanlış yola girip dizlerine kadar batınca çamura, en iyi ihtimalle küfredersin ahmaklığına, kaderine, o bataklığı başka yerde değil de orada icat eden doğaya, o doğayı böyle olduruveren Allah’a ve daha nicesine. Bu en iyi ihtimal... Bataklık dedik, öyle metafor falan değil, ağır ağır çekiyor içine. Artık birkaç dakikada mı, bir-iki saatte mi malum sona doğru gidiyorsun.
1-Tutacak bişey ararsın kurtarmak için kendini.
Hata! Daha çabuk batarsın debelendikçe.
2-Kaderine razı olup dua etmeye başlarsın.
Hata! Bu hayatı kurtaramayan sözcükler öte dünyada hiçbir işe yaramaz.
3-Kafanı kaldırıp gökyüzüne bak, o zamana kadar bildiğin bütün takımyıldızlarına yeni adlar ver. Üstelik başın dik kalır.
F-FRENCH KISS
Karşıma alsam bir kareyi, hasbıhal eyleyelim desem, anlatacağı en son şey dört açısının birbirine eşit olduğudur. Çok mu fazla, gün boyu taşıdığımız vücudumuzu hissetmediğimiz konuşmalardan bıkmış olmak, gözümüze kaçmış bir kirpik gibi cümleler duymayı beklemek; her zaman değil, arada, bazen, dilin en iyi işlevinin sadece Fransız öpücüğü olmadığını hissetmek.
H-HAPİSHANE
Kapıyı itip duruyorsun odadan çıkmak için. Açılmıyor. Dönüp duruyorsun odanın içinde sıkılarak, oflayıp puflayarak. Tekrar deniyorsun, daha bir güçle. Olmadı, bir omuz atıyorsun, belki kırılır diye. Yok, bana mısın demiyor (“Masa” gibi). Öfkeden duvarları tekmeliyorsun, pencereye gidip, atsam şurdan kendimi de kurtulsam diyorsun. Sonra, ertesi gün oluyor ve başlıyorsun yine zorlamaya. Çıkmak lazım, gitmek lazım, özgür olmak istiyorsun; hayat kaçıyor. (“kaçan kovalanır” hesabı). Tabii bir ertesi gün ve onun ertesi günleri de var. Bastiani Kalesi gibi, çıkmak o kadar kolay değil.
Çıkmak için, kilitli olmadığını anlamak için çekmek yerine itmeye çalışıyorsan o oda hapistir zaten. Ve bu mesel de zekânın önemine dair değil yalınlıkla ilgilidir. Zekâyı çok önemsiyorsan eğer aklın bir hapistir. Tünel kazmalı, en derine. Ya da…
P-POZ DEĞİŞTİRME
Partiler… Siyasal olanı değil, eğlenelim diye yapılanlar. “Parti veriyorum” Türkçeye ne kadar yerleşmiştir, bilmiyorum. “Sağ olun ben almiim” ise pek çok başka durumda da kullanılan yaygın ironik cevaplardan. Basit cevaplardan; reddedici olmaktan ziyade dışarıda kalmayı tercih ettiğini işaret eden...
Ben partilerden korkarım. Uyumsuz davranıp canımı ve canı sıkılmayanların canını sıkma ihtimalinden değil, “sağ olun ben almiim” diyemeyip orada olmayı şu ya da bu nedenle seçip uyumsuzluğu içe atıp saklayarak, erteleyerek, köşeli bir ayracın içinde tutarak katlanmayı becerebilmekten dolayı korkarım.
Parti insanlarından da korkarım. Yaşadıklarını hissedebilmek için kendi kendilerini kışkırtıp duran insanlar… Bir kısmı çok seksi ve çekici görünmek için, bazıları zeki ve nükteden olduklarını göstermek için (herkes kendinde olmadığını varsaydığının tersini mi göstermeye çabalar, olmayan üzerine hükmü olduğundan diğerinin olduğunu mu varsayar) didinip dururlar. Öyle midirler, değil midirler bunu anlamak zor. En azından benim için zor, iyi gözlemci olmadığımdan ya da başka şeyleri gözlediğimden herhalde. Ama o çaba, o çaba yok mu… Üstelik bunlar kabul edilebilir çabalar; ne kadar varlıklı ya da iktidarlı olduğunu gösterme çabalarını saymıyorum bile (eh, o kadar namus bende de var, bu çabaların mekânlarında olmayacak kadar bir ortodoksiyle sahibim çok şükür ki.).
Bir partiye gidiyorsanız pozunuzu değiştirmek zorundasınız. “Sağ olun ben almiim” seçeneğini kullanmadıysanız, sorarlar adama niye geldin, diye. “İkinci sınıf Camus kahramanları giremez” levhası asılmamışsa Camus’yü bilmediklerinden, hatta anlamadıklarından değil, uymadığından, eğlenceyi bozacağındandır. O zaman?.. Gitmeyeceksin ya da değiştireceksin pozunu, karşıdan değil de şöyle hafif bir yan duruş…En iyisi hiç vesikalık çektirmemek. Nicholai Hel gibi, kimse çekemesin fotoğrafınızı. Zor iş.
15 Ekim 2010 Cuma
E-EYLEM
HÜLYALI GEMİ
Nehrin kıyısında durup,
sonra bir aşağı
bir yukarı
hızlı adımlarla...
Karşıya geçmemek,
bir türlü geçememek
öte yakaya…
Nasıl tayfa olacaksın
kıyısı olmayan okyanuslarda dolanan
hülyalı gemilere.
Şiirimi boş ver,
saat kulesine taş attım
ve durdurdum
ve şimdi başlıyor zaman.
Eylem! Eylem! Eylem!
Jacques Chausson, ‘Hermes’in Kanatlarında’, 1617
Resimler: Rene Boyvin, 1661; A. Lorenzetti’s Injustice, 1365