
"Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir."
Walter Benjamin, 'Tarih Kavramı Üzerine'
Resim:'Cancale', François Avril, 2003


“Neşe” gerçekliği kucaklamaya, ideal olandan çıkardığımız tüm kavramlardan daha fazla olanak verir. “Küskün ben” kederlenmeyi arzu eder; çünkü kederliyken kaybettiklerimizin hatıralarını, kaybettiğimiz hatıraları çağırırız. Ve sevgilinin neşesi “şimdi”dir, bizi geçmişten kurtarır, âna götürür. Ben buradayım sevgilim, sen neredesin ya da neredesin sen. Aristoteles doğru söylüyor ve bunda inat etmek de gerekli. Heyhat âşığım. O yüzden “Amicus veritas sed magis amica est ... .”
özden geliyor.




Derdimiz şu ki, bir şarkının peşinden gidecek kadar hayatı ciddiye alıyor muyuz? Suzanne’i Montreal’de St Laurent’in kıyısında aramaktan daha fazlasını, Suzanne’in aynasında kendimizi arayacak kadar ciddiye almak hayatı, yani şarkıları.

Malum Platonik aşk “bütünleşme” üzerine kuruludur. Vaktiyle “bir” olan varlıkların ayrı bir varlık olduktan sonra yeniden bütünleşmek için birbirlerini aramaları ve çoğu durumda da bulamamaları. Bulunca da birbirlerinde “erimeleri”. Yani ‘ben’ ya da ‘benler’ yok burada, ‘bir’ var sadece. Çoğu durumda da o ‘bir’ ‘erkek-bir’dir. Aşk burada başlamaz. “Bir kadın, bir erkek, bir ‘öteki’ çıkıp, bize varlığından haberdar olmadığımız, kuşku bile duymadığımız bir ‘ben’imizi aynasında gösterdiğinde, o ‘ben’e, kendimizdeki yeniye, hayret verici, şaşırtıcı olana âşık oluyoruz. Yeterince narsisist isek işler burada kalabilir. Ama eğer narsisizmimiz hastalık raddesine varmamışsa, o ‘ben’ üzerinden aynaya, aynayı tutana âşık oluyoruz.” Aşk burada başlıyor.
‘Famous Blue Raincoat’(Meşhur Mavi Yağmurluk) ya da ‘Moon Over Bourbon Street’i(Bourbon Sokağı Üzerinde Mehtap)‘okurken’ bu ‘uygulama’ daha da belirgin: “Peki erkek aşkı niçin sevileni nesneleştirmeyi ve en sonunda öldürmeyi içeriyor ille de?” diye sorduktan sonra, “Bir cevap denemesinde bulunabilirim: Belki de biz âşık erkekler turistlere benziyoruz biraz. Yaşadığımız her hoş, sevinçli ânı yanımızdan ayırmadığımız fotoğraf makinemizle ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. ...Tek ölümsüz zaten cansız olandır.” diye yanıtlıyor yazar. Ama burada kalmıyor. Hemen hemen bütün denemelerin ruhundaki en değerli yan olan “‘Ne yapabilirim’ sorusuna cevap verme çabası” bizi diri tutuyor: “Kurbanımın ölümünü paylaşmayı deneyemez miyim mesela?Bunun bir tek yolunu görebiliyorum: Kendi öldüğüm anları hatırlamak; sevgiyle öldüğüm anları. ...Hepimiz sevgiyi ve ölümü tanıdık. Mesele hatırlamakta."







İşte bütün bunlar; astronomik, jeolojik verilerine, canlıların hafızalarına falan bütün ayrıntılarına varıncaya dek sanki milyarlarca yıldır varmış gibi bütün kanıtlarıyla seni ne kadar çok seviyorum demek istediğimden iki dakika önce yaratıldı. Şimdi kimse buna inanmaz, oysa tamamen gerçek. Körler onları görmese de yıldızlar vardır.




17-18'inde herhalde. Grubun vokalisti. Blues söylüyor. Janis Joplin'i yorumlamış bir de kısacık boyuna bakmadan. Birileri videoya almış bir barda çaldıklarında. Nasıl da ciddi. Arada su içiyor boğazı kuruduğunda. Belli ki sahnede şarkı söylemeyi seviyor, ama o kadar da büyütmüyor, çok önemli değil. Önemli, o kadar çok önemli ki. İnanın ki bu kadar hüzünlü blues söyleyen birini dinlememişsinizdir. Billie Holiday de dahil.Ve bu konuda çok objektifim, çünkü o benim arkadaşım ve onu çok seviyorum.
‘Femme Fatale: Sevilmeyen Kadın’ iyi bir yazı. Bir kere derdini açık ve güzel anlatıyor. Yani keyifle okunuyor. Sorun ne?